Gözlerimizi ne kadar ovuşturursak ovuşturalım, kaç fincan kahve içersek içelim bazı sabahlar uyanmak çok zor gelir. Pencereyi açıp temiz havanın içerideki sıkışmış havayla yer değişmesine izin de versek, köşedeki fırına gidip bir simit de alsak, taze bir çay da demlesek yaşama dair en ufak heyecan duymayız içimizde. Güneş ışınlarının pencerenin önündeki çiçeğin yapraklarından süzülmesi, hafif esen rüzgârın perdeyi usulca dalgalandırması bize huzur vermez. Kedinin topunu ayaklarınıza getirmesi, yere oturup kuyruğunu patilerinin üzerine koyarak gözlerinizin içine bakması size bir anlam ifade etmez. Odağımız hep kayıp. Vaktimizi değerlendirmemiz sanki doğuştan tembihlenmiş bize. Yatakta uzanıp hiçbir şey yapmadan, duymadan, hissetmeden sadece tavanı izlemek içten içe huzursuz eder bizi. Halbuki İtalyanların lügatında çok değerli bir deyiş vardır: Dolce far niente. Hiçbir şey yapmamanın tatlılığı / güzelliği. Bizim kültürümüzün deyişlerinde hiçbir şey yapmamak ayıplanacak bir şeyken, başka kültürlerde belki de bir ihtiyaç. John William Godward’ın aynı isimli tablosunu seyre dalmışken yakaladım kendimi. Günlerdir yaptığım hiçbir şeylerden sıyrıldım ve Yeryükü Fanzin’in dördüncü sayısını açtım önüme.
Kapakta beni 1950’li yılların Amerikasından, Elliott Erwitt’in kadrajından çıkan bir fotoğraf karşıladı. Martin Luther King’in tırmanışa geçtiği yıllar, bu çocuğun gözündeki umutlar ve kafasına dayadığı silahın yarattığı ironi. Sonraki sayfada one-line-art ile süslenmiş bir içindekiler bölümü karşıma çıkıyor. Altında ise bir not, iki arkadaşın farklı şehirlerden kelimelerle köprü kurduğunu ve bu köprüyü de Yeryükü Fanzin ile taçlandırdıklarını anlatıyor. Zozan ve Hatice bizi Diyarbakır ve Eskişehir’den selamlıyor. Ben de Ankara’dan selam gönderiyorum!
Hatice Tatlı bizi “Yalnızlığın Portresi” adını verdiği şiiriyle karşılıyor ve “Keşke bir figüran dahi olmasam!” diye haykırıyor. Varolmanın dayanılmaz ağırlığı. Fatin Murat Seferbeyoğlu “Bumerang” isimli öyküsüyle ayrılığın elli tonunu anlatıyor bize. Vatandan ayrılış, anneden ayrılış, evlattan ayrılış. Ferman Atabey “Göç”, Rümeysa Üstüncan “Kimya bu?” ve Sarya Erbil “Bir Yangının Anısı” şiirleriyle çıkıyor karşımıza. Gittin ve yangını kaldı öpüşlerin dudağımda.
Elliott Erwitt’in fotoğraf seçkisi ile devam ediyor fanzin yoluna. Bu kadar çok Elliott Erwitt adını geçirip de kim olduğundan bahsetmemek olmaz. Fransa doğumlu Elliott Erwitt, Amerika’da fotoğrafçılık ve film yapımcılığı okudu. Fotoğrafları gündelik olayların absürtlüğünü ve ironisini siyah-beyaz olarak anlattığı için dünya çapında ün salmıştır. Çalışmaları Amerika’da medeni hakların kullanımındaki eşitsizliği ve Afrika kökenlilerin hayata bakışlarını ifade etmeye yöneliktir. Elliott’un yansıtmaya, anlatmaya çalıştığı bir derdi var yani.
Sonraki sayfalarda bize Gökhan Erdoğan, Zozan Adıgüzel, Süreyya Serim, Kaan Bağırkan, Furkan Eker, Deniz Erkaradağ, Helin Alagöz ve Mehmet Kumdere eşlik ediyor. Kimi şiiriyle, kimi öyküsüyle, kimi denemesiyle. Hepsinin amacı bir, hepsinin işaret ettiği nokta aynı. Çemberin dışına itilenler. Bir derdi olan fanzinleri her zaman çok sevmişimdir. Ortak bir dert sahibi olmak beraber çekilen bir fotoğraftan daha değerli her zaman. Umarım hiç susmazsınız ve bizi de dertlerinize ortak etmeye, düşünmeye itersiniz. Ellerinize sağlık.
Bir sonraki sayıda görüşmek üzere,
Fanzin yürüyor!
FANZİN: Yeryükü Fanzin Sayı 4 (PDF İNDİR)