Yazan: Selma Cengiz
Günümüz fanzinlerinin, hayat karşısında aldıkları tavırlardan hareketle ‘bir iç dökme eylemi’ olarak ortaya çıktığını varsayarsak toplumun ve bireyin bu eylemsel süreçte kendini hangi alanda var edebildiğini bilmemiz gerekmektedir. Kişi, önceleri, kendi yarattığı nehrinde beslenip ardından okyanuslara katılırdı. Mikro ölçekler, makro ölçeklerle birleşerek ‘ortaklaşma, örgütlenme’ denilen alanlarda birleşim sağlıyorlardı. Şimdilerde nehrin içinde beslenen kişi, büyük sulara ihtiyaç duymadan kendi mekânının içinde, bir kimlik belirtme yetisi olan ‘varoluş durumuna’ yani bilginin sunuluş noktasına –kimi zaman kendini açıkça ortaya dökme durumuna- ulaşmış hissetmektedir. Bu sunuluş noktası, mikro ölçekli alanlarda sınırlı kalarak kendini daha fazla göstermektedir. Fanzinler de bu alanda kendilerine bir yer açmış; kişinin yahut toplum önündeki serzenişin üretimini ortaya koymuşlardır. Seyyar Fanzin’de bu alanda yedinci sayılarıyla bir temanın arkasına saklanmak yerine kendilerini en öznel biçimde bir ifade vasıtası görerek ‘dün, bugün, yarın’ konusunu açıkça inşa etmişler. Ortaya konulan metinlerin birbirinden bağımsız ve bir o kadar da birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olduğunu görmek Seyyar Sesler’i okunmaya değer kılıyor.
Türkiye’de çıkan fanzinlerin birçoğu konu bağlamından kopuk, rastgele seçilen bir bağımsızlık bildirisi gibi öz savunma metinlerini içeriyor. Burada asıl kastettiğim bir fanzinin içindeki ürünlerinin çeşitliliğinden çok fanzini inceleyip kapattıktan sonra kafamızda beliren dağınık düşüncelerin bir türlü toparlanamaması. Çıkış sebebini dağınıklık olarak belirleyen fanzinler, o kendi dağınıklarında kısa bir süre sonra kaybolup gitmektedir. Seyyar Fanzin ise daha ilk sayfasında, okuyucuya bahsedeceği konu hakkında ipuçları veriyor. Önsöz niteliğinde olan giriş bölümünde, bugünü yani, şuan da yaşananı, vurucu cümlelerle anlatıyor:“O zaman bu sayıda yarına geçmeyi hak eden insanların, yarından korkan taraflarını, dün ve bugünle yapılan hesaplaşmalarını, kendilerini anlatmadan ama anlattıklarıyla kendini buldukları hikâyeleri okuyacağız” sözleri, yönetmenliğini Harold Ramis’in yaptığı, 1993 yapımı ‘Bugün Aslında Dündü’ filminde başkarakter olan Phil Connors’ı akıllara getiriyor. Bir televizyon kanalında hava durumu sunucusu olan Phil Connors, başlarda kibirli, asabi, kendini beğenmiş biri olarak karşımıza çıkmaktaydı. Punxsutawney kasabasındaki geleneksel Dağsıçanı festivaline isteksiz bir şekilde giden Phil Connors, gittiği kasabada, her sabaha 2 Şubat Dağsıçanı günü olarak uyanmaktadır. Bu kasabaya iş arkadaşları olan Rita ve Larry gelen Phil, durumu kimseye açıklayamaz. Çalar saat altıyı gösterdiğinde aynı müzik ve aynı hava durumu o güne eşlik eder. Peki, dün’ün sürekli tekrarlanması, Phil için aynı eylemlerin başlangıcı mı olacaktır? Yoksa yaşanan aynı gün ışığında Phil kendi gerçek benliğini mi bulacaktır? Bu soruların cevapları aslında çok basittir. Sevdiği kadın olan Rita, Phil’in bencil ve kibirli yönlerini gösterebilmek için Walter Scot’un şu güzel şiiri ile onu eleştirir:
“Yalnızca kendini düşünen zavallıya,
Hayat bir zenginlik kazandırmaz,
Ve o iki kez ölecek, içine kapanacak
Geldiği toza dönüşecek
Gözyaşı dökülmeden, onursuz ve anılmaksızın”
Şiirde kibirli ve bencil bir hayat süren kişinin iki kere öleceği söylenir. Birinci ölüm, yalnız kendi menfaatlerini düşünen, hayatta kendi için yaşayan kişinin sosyal ölümüdür; ikinci ölüm ise fiziksel ölümdür. Phil, sevdiği kadından bu sözleri duyduktan sonra her günün tekrar ve tekrar yaşanmasına karşılık kendi bencilliğinden vazgeçer. Piyano çalmayı öğrenir. İnsanlara yardım ederek onların hayatlarını kurtarır. Hayattan keyif almaya, yaşanan her anın özünde birleşmeye çalışır. Bunun farkına varmasındaki en büyük etken ise günlük rutinlerin öznesinden kurtulmaya çalışmakla başlamasıdır. Hiçbir gün bir sonraki günün benzeri yahut rutini değildir. İnsanın gün içinde yaptığı eylemler, bir sonraki günün benzeri olarak karşısına çıktığından dolayı yaşanan anın hiçbir değeri yokmuş gibi görünür. Bu kısmen de olsa doğru bir savdır. Seyyar Sesler’in de söylediği gibi “Bugün; deli dana gibi koşturan, geleneklere, başarılara inanmış, kendini oyalayan esirik insanların sürekli üzerimizde baskı yaratmasıyla üstümüze çöken ağırlıktır” yahut başka bir ifadeyle “ Bugün; herkesin daha çok ama daha çok çalışarak kendini yorması ve hakikatleri zihninden savuşturmasıdır” sözleri, kişinin kendi bireysel tamamlanmasındaki çatışmalar ve toplumun kişi üzerindeki beklentilerini karşılaması için uyguladığı yaptırımlar sonucunda ortaya çıkan bir düşüncedir. Belki de Seyyar Sesler’in anlatmak istediği, çağımızdaki anların yok olmasına bağlı olarak aldıkları tavrın bir nevi gösterilmesidir. Peki, bu tavır karşısında kişinin veya toplumun edinmesi gereken gerçekliğin ölçüsü nedir? Seyyar Sesler bu sorunun cevabını, fanzinin giriş sayfasında, yönetmenliğini Theo Angelopoulos’un yaptığı “Eternity and a Day” filminden aldıkları bir replikle cevaplamışlar:
- Yarın ne kadar sürer Alexander?
- Sonsuzluk ve bir gün kadar…
Bu sözlerden hareketle Seyyar Sesler’in yedinci sayılarının temasını ‘Dün, Bugün, Yarın’ ışığında “An’da olabilmek” olarak seçmelerine şaşmamak gerek. Fanzin içeriğinin düz metinlerden oluşması ve her metnin bir sonraki metinle birbirine bağlı olarak gözükmesi, konunun bütünlüğünden sapmadıklarını gösteriyor. Gizem Yiğit’in yazısında bahsettiği zaman kavramı, onun “tüm gereksiz ayrıntıları birleştirdiğinde her şeyi zamansız sevdiğini fark ediyor, gözünü her kapatışında o ılık haziran rüzgârı içini alevlendirmeye yetiyordu” cümlesi ile anlatmak istediğini açıkça ortaya koyuyor. Hakan Şılak‘ın yazısında ise günlük zaman içinde kaybolan saatlerin koşturmacılarına değiniliyor. Günümüzün saat kavramını ve zamanın içinde yanımızda gezen sosyal medyanın işleyişini sunuyor. Şılak, saatlerin arkasında bir günlük eylemlerini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Ne İçindeyim Zamanın’ şiirinden de bir dörtlüğe başvurarak bulunulan duruma ironik bir şekilde yaklaşmış olduğunu gösteriyor.
Zamanın günlük bir hadise gibi geçip gittiği, aynılaşmış günlerin tekrarlarının yaşandığı bu çağda, kimi zaman da geçmişin tramvatik anları, içsel çatışmaları, ruhsal bunalımları ve kaybedişleri; geçmişin bağlamında, yarın denilen zaman kavramının geçişine bir türlü izin vermez. Bunun örneklerinden birini Yasemin Aslan vermiş: “Babası olmayan bir kız çocuğundan, piç olan bir kız çocuğundan daha kötü olan ise küçük yaşta tecavüze uğramış piç bir kız çocuğu olmaktır” sözlerinden hareketle geçmişten yarına bakamayan bir kadının sözlerini duyumsarız. Aslan, geçmişi, doğum ile birleştirmiştir. Dünyaya gözlerini açan bir bebeğin “paramparça” olarak dünyaya gelmesini, kendisinden önceki yaşamdan (anne, baba ve çevre) alınan biriktirmelerden kaynaklandığını söyler. Bu biriktirmeler, kimi zaman bir melankoli haliyle kimi zamansa babası olmayan bir kız çocuğunun dünyaya gözlerini açmasıyla oluşmuş. En nihayetinde yarının umudunu taşımak, yarına uyanmak, yarını düşleyerek ilerlenen bir zamana tanık olmak gerekir. Aslan, doğum ile başlayan serüveni; bugün ile birleştirip ardından yarına taşıyacak bir sentez içinde yazısında sunmuştur.
Gelecek, geçmişin getirdiği sorumluluklarla bize yüklenen oklardır. Geçmişin yüzleşmesini birey kendinde çözümleyerek yüzleşebilir. Fakat geleceğin kaygısında yüzen bireyler, çevresinin ona yüklediği misyonlarla kimlik kazanmaktan endişe duyarlar. Alican Kılıçoğlu, kendi yazısında yarın hakkında hiçbir fikri olmadığını söylerken çevresindeki kitlenin –ki bu genellikle ailedir; kimi zaman da kişinin kendisidir- kişiye yüklediği sorumluluklardan bahseder: “Benim oğlum çok düşünceli bir çocuk biliyor musun abisi/ablası… Büyüyünce mühendis olacak” yarın olduğunda ise “Olduğundan başka türlü olmak isteyenlerin ülkesi’nde bir şeyler değişir mi?” diyerek hem kendisinin hem de çevresinin kişiyi zorlayan bir baskıdan kaçamayarak başka varoluşların kurbanı olduğunu söylemiştir.
Seyyar Sesler, dünün bugünle ve bugünün de yarınla olan ilişkisini, bu sayılarında açıkça ortaya koymuşlardır. Kimi yazar için zaman, bir bütün olarak algılanırken kimi yazar için ise geçmişin bugün ile olan hesaplaşmasından doğmuştur. Ölümün de bir zaman algısından geçilerek “ne zaman öleceğimi bilmesem” cümlelerine başvurulması, kendi bakış açılarının farklı yönlerdeki etkilerini, -fikirsel anlamda- ön plana sunulmasını sağlamışlardır. Fanzin, içinde oluşturduğu bütünlük bakımından ve birbirini takip eden farklı bakış açılarını göstermesinden dolayı değerli bir sayı. Her yazının bir çizimle bağdaşması da okuyucuya ‘canlandırma’ olarak gösterilmek istenmiş; fakat bunu yaparken de “yarının resmetmenin imkânsızlığını” açıkça dile getirmişler. Seyyar Sesler’in bu sayısı okunduğundan itibaren zamanda gördüğümüz ve hissettiğimiz anlayıştan farklı olarak hem bireysel hem de toplumsal bağlamda sorgulamayı gerektirecek birçok nokta üzerinden düşünme eğilimi başlayabilir. Bu fanzinin en önemli yanı ise şimdi olanın (gerçekleşen, an) şimdiki zamanın bireyleri tarafından aktarılmasıdır. Diğer bir taraftan Seyyar Sesler’in bu konu üzerinde ısrarlı duruşu, bize, genç kuşağın zaman karşısında aldığı tavrın, iç dökme eylemine nasıl dönüşmüş olduğunu da gösterir. Okunan her öyküden sonra yerimizde bir süre duraksayıp sonraki öykünün içinde kaybolmak -kim bilir- bizi, hangi an’da tutacaktır?
Seyyar Sesler Fanzin’e facebook adresinden ulaşabilirsiniz. facebook.com/seyyarsesler