Yol, kuşkusuz birçoğumuzun bir arınma, erme ve ya yeni bir başlangıç aracıdır. Sinemada günümüze kadar çok sayıda yol filmleri yapılmış olsa da bu arınmayı ve dramı beraberce işleyen ve bende de çok etki bırakan Wim Wenders’in şaheseri ‘’Paris, Texas’’ filmi sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yol temasına yeni bir halka eklemekle kalmayan Paris, Texas, çift olarak yaşamanın imkansızlığı, iletişimsizlik ve yabancılaşma konularına da önemli bir halka bırakmıştır.
Münih Film ve Televizyon Akademisi’nin ilk mezunlarından olan Wim Wenders sinemasında görüntünün gücü ve öykü anlatmanın köküne iner. Wenders sinemanın önemini, filmlerin dünyayı yeniden keşfetme ve düzetme yeteneğine inandığıyla söylemektedir. Sam Shepard’ın senaryosunu yazdığı Paris, Texas filmi bu iki olgu çerçevesinde bir kurguya sahiptir. Bir Amerika hayranı olan ve bu eksen etrafında filmler çekmiş olan Wenders’in gözünden bu filmle bir Avrupalı’nın Amerika’ya bakışını da görebiliriz.
Filmi iki bölüme ayıracak olursak, bir arınma ve kayboluş amacıyla ayakkabıları, kıyafetleri parçalanırcasına yollara düşmüş Travis filmin birinci bölümünü oluşturuyor. İkinci bölümü ise eşini tekrar kazanmaya çalışan bir baba rolündeki Travis oluşturuyor.
Film, üzerindeki kıyafetleri pespaye olmuş ve önemli bir detay olan kırmızı beyzbol kasketiyle, Texas’ın uçsuz bucaksız çöllerinde, tren raylarında tepkisiz bir şekilde koşarcasına yürüyen Travis’in görüntüsüyle açılır. Yürümekten ve bu amaçsız yolculuktan ayakkabılarının ve kıyafetlerinin paramparça olduğunu görmemiz bu yolculuğun bir hayli uzun zaman önce başladığını bizlere gösteriyor. Travis bir bara gelip bitkinlikten bayılınca, hastanede bulunan adresten abisine ulaşılır. Tam dört yıldır kayıp olan Travis bu telefonla artık bulunmuştur.
Travis bulunmuştur fakat hiç konuşmaz, olaylara tepki vermez ve akıl sağlığını yitirmiş gibidir. Başlarda bu suskunluktan aklını yitirmiş olduğunu düşünsekte devamında bunun bir yılgınlığın ve tepkinin sonucu olduğunu anlarız. Abisinin evine yerleşen Travis’in, evde yaşayan küçük çocuk Hunter’ın babası olduğunu öğreniriz. Fakat 4 yaşından beri görmediği bu yabancıyı baba gözüyle görmesi pek kolay olmaz. Zamanla tüm sevgisini göstererek oğlunu tekrar kazanan Travis’in elinde sürekli bir fotoğraf görürüz. Paris’te çekilmiş olan bu fotoğraf babasının zamanında sahip olduğu bir evle ilgilidir. Fakat bu bizlerin bildiği Fransa’da ki Paris değil Texas’ın küçük ve ıssız bir kasabası olan Paris’tir. Travis bu kasabaya yerleşme umudundadır. Bir akşam evde, eskiden çekilmiş olan bir’’home movie’’ izlenirken Travis’in karısı ve Hunter’ın annesi olan Jane’i burada görürüz. Akabinde Travis yıllar önce onu terk ederek, bir serseri olarak yollara düşmesine sebep olmuş Jane’i bulma amacıyla küçük Hunter ile birlikte bir yolculuğa çıkacaktır. Texas’ın çağdaş ama ıssız ve ruhsuz kasabalarında devam eden bu yolculukta bir Avrupalı’nın yani Wim Wenders’in Amerika’ya bakışını görürüz. Paris, Texas, yaralı bir insanın çığlığı gibidir, bunda en önemli etmenlerden biri de çoğu insanın hala playlistlerinde yer alan filmin soundtrack albümüdür. Bu albümde de usta gitarist Rye Cooder imzası vardır. Rye Cooder’ın gitarı, filmde bizlerin Texas’ın içine girmemizi, tadını almamızı ve hissetmemizi sağlayan önemli bir faktör.
Filmin devamında Jane’nin yirminci yüzyılın çağdaş yalnızlık metası olan ‘’peep show’’ larda (kısmı olarak genel evde diyebiliriz) çalıştığını görürüz. Jane, çalıştığı bu yere gelen erkekler tarafından izlenerek onları görmediği bir cam arkasından istediklerini yapmaktadır. Bu camın arkasına gelen Travis’in onu görmeye cesaret edemeden arkasını dönerek telefonla Jane ile yaptığı konuşma da ailenin nasıl dağıldığını, geçmişte yaşanılan problemleri öğreniriz. Bu sahne kurgusu, görüntüsü ve müziğiyle sinema tarihinin en dokunaklı ve dramatik monoloğu olabilir. Film bizlere bir loserın hikayesini yüce ve unutamayacağımız bir dille sunuyor.
DEM Fanzin Nisan sayısından alıntıdır