Kaleiçi Notları-I – Önder Kosbatar

önder kosbatar

Şuna biraz dikkat edin: Ne kadar uzun boylu adam varsa nispeten daha yaratıcıdır. Neden mi? Çünkü eğitim sistemi farkında olmadan onu biraz kendi haline bırakmıştır. Düşünsenize kısa boylusunuz ve önde oturuyorsunuz. Dolayısıyla hep öğretmenin gözünün önündesiniz. Dersi dinlemenin ve not almanın haricinde 40 dakika boyunca başka ne yapabilirsin ki?! Okul hayatım uzun boylu olmam nedeniyle hep arka sıraların bana sağladığı özgürlük ortamı içerisinde geçti. İlkokulda Türkiye haritasından şehir bulma oyunu, ortaokulda dünya haritasından ülke, başkent bulma oyunu oynadım. Lise de ise kurukafa figürlerini ve heavy metal gruplarının logolarını birçok açı ve perspektiften çizme yeteneğimi geliştirdim, epey kitap karıştırdım, şiir yazdım, solistliğini yaptığım o yıllardaki thrash metal grubuma, ergenliğimin de bana verdiği yetkilere dayanarak, içerisinde bolca blood, crime, sword, hate, aggression, f**k vs. geçen psycho şarkı sözleri yazdım. Halihazırdaki İngilizcemin temellerini eğitim sistemine değil; arka sıralara borçluyum! Üniversiteye kadar okulun içinde geçen eğitim hayatım denilince bunlar gelir aklıma. Zira ilkokula neredeyse okuma-yazma bilerek gittiğim için bir iki haftada bu işi enikonu halledip fiziksel yapımın da etkisiyle durumumu rölantiye almıştım…

antalyada 90lar ve rock kültürü

Okul duvarlarının dışı kişinin entelektüel gelişimi açısından daha heyecan vericidir. Eğitimi teşekkür, takdir ve diploma basan matbaaların iş ortağı olarak düşünmek lazımdır biraz da. Bunun dışında eğitim itaati öğretir, saygı duruşunu ve uygun adımı öğretir. İnsanı tarihle “bilinçlendirip” gaza getirmeyi hedef edinmiştir ve bu eksende dost düşman yaratıp, dostu düşmanı öğretir, hatta bir Türk olarak hiç dostumuzun olmadığını öğretir, paranoyaklaştırır, yalnızlaştırır. Ama tabii bu çaba herkeste aynı etkiyi yaratmayabilir. Yaşama, gezegene, toplumlara ve insanlara dair düşüncelerinde arızalı kafalarda oluşan karıncalanmalar bireyi harekete geçirir. Mühim olan aslında bu karıncalanma duygusunun peşine düşmektir.

Yat Limanı ve Kaleiçi, evimize ve okuduğum okullara olan fiziksel yakınlığından dolayı küçük yaşlardan itibaren sinek oltasıyla ve yem olarak kullanılmak üzere kuru ekmekle ve bir küçük kese kağıdı karides ile yolunu tuttuğumuz bir istikametti. Tabii o zamanların Antalya’sında sınavların, eğitimin ve hırslı ebeveynlerin kıskacı altında yaşayıp birkaç saat tabletiyle zaman geçirince mutlu olan zavallı çocuklar yoktu. Birkaç yıl önce gittiğimiz, bizim Kaş’ın karşısında bulunan hala 1980’lerde yaşan Yunan adası Kastellorizo’nun iskelesinde gördüğüm, balık ve yengeçlerin peşine düşmüş Tom Sawyer ve Huckleberry Finn kılıklı, bana o yaşlarımı hatırlatan çocuklar vardı. Evet, biz bu roman kahramanlarını kitaplardan önce tanıyor biliyorduk çünkü bizzat kendisiydik! Okuduğumuzda da “vay, kim lan bu piçler, keşke tanışabilsek” demiştik. Zagor, Tommiks ve Conan’ı da severdik ama onlarla kıyaslandığında o zamanlar bizim için gayet sahici bir kurgusal metin kahramanlarıydı onlar.

antalyada doksanlar-önder kosbatar

Eğitim konusu üzerine kafamı en çok kurcalayan problemlerden bir tanesi Antalya Lisesi’nin binasının zamanın eğitimcileri tarafından neden bu kadar öngörüsüzce oraya dikilmiş olduğudur. Vakti zamanında, bir Rum aileye ait olan cadde üzerindeki iki binaya ek olarak arka bahçeye yığınla, neredeyse bir köy nüfusu kadar öğrencinin “eğitim” alabileceği birkaç bina daha dikilmiş dikilmesine de canı sıkılan ve bununla birlikte zeki ama çalışmayan öğrencilerin caddeyi geçtikten sonraki vaziyeti pek hesap edilememişti. Caddenin ötesi Kaleiçi; şimdiki Balıkpazarı’ndaki fırından ve Deniz Büfe’den nevaleler alınarak doğru Yat Limanı’na… Edebiyat ve felsefe dersinden kaçıp buradaki kayalıklarda (ki orası aslında bizim için “özel isim”dir ve bundan sonra “Kayalıklar” olarak bahsi geçecektir) Orhan Veli’yi, Ingvar Ambjörnsen’i, Can Yücel’i, Nietzsche’yi, Freud’u, Fromm’u, Schopenhauer’i ve William Reich’i keşfe çıkmamız memleketin eğitim sisteminin de bir ayıbıdır ayrıca.

Kaleiçi o zamanın Antalya’sının çocukları için gerçek bir okul gibiydi. Yaklaşık 250 – 300 bin kişinin yaşadığı o zamanların Antalya’sında “normal” ailelerin arızalı ne kadar zirzop çocuğu varsa Antalya’nın esrik yağmurlarında, zalim güneşinde, yılın çeşitli iklim ve mevsiminde, günün muhtelif saatlerinde buralarda pineklerdi. Balık tutmaktan, şişedeki mantarı tirbuşon kullanmadan alt edebilmeye kadar çeşitli frekanslardaki, türlü ampirik bilginin kaynağı burasıydı adeta. Ne yalan söyleyeyim, ortaokulda fen bilgisi dersinden kaçıp buraya sinek oltasıyla balık tutmaya geldiğimde, her ne kadar balıklara üzülüp her defasında en fazla on dakika sonra tekrar denize bıraksam da, bana vereceği keyfi ders ile kıyaslayamayacağım gibi, bu yolla canlıların yaşamı ve fizyolojisine dair daha fazla bilgi edindiğim de ayrıca aşikârdı.

antalya eski görünüm

Kaleiçi sokakları ve Yat Limanı, henüz cep telefonunun icat edilmediği yıllarda aradığınız birini sorunsuzca bulabileceğiniz mekânlardı. Nordmende, Schaub Lorenz ve muhtelif tüplü Alman TV’lerini, transistörleri, teypleri, gitar ve gitar amfisi kullanmayı kel kör öğrenmiştik. Teknolojiyle olan ilişkimiz bundan ibaretti. Ayrıca bir Sony marka walkman’e sahip olmak müthiş bir ayrıcalıktı. CD çalan bir walkmani o zamandan bu yana hala görüştüğüm Finlandiyalı arkadaşım Mikko’da 1995 yılında ilk kez gördüğümde UFO görmüş kadar çok şaşırmıştım. Yine aynı yıl Kayalıklar’da, dört beş kişilik bir Japon turist grubunun elinde ilk kez gördüğüm ekranlı fotoğraf makinesiyle karşılaşmam sırasında mevzunun bu kadar çığırından çıkacağını ve “megapiksel” sözcüğünün bu denli tacizkar ve aymaz olabileceğini tahmin edebilseydim, o Japon turistleri makineleriyle birlikte denize atardım; bilemedim, pişmanım.

Val Kilmer ile Meg Ryan’ın başrol oynadığı Oliver Stone’un “The Doors” filmi Antalya’da vizyona girdiğinde henüz ortaokulda talebeydim. Yeni yeni heavy metal grupları dinlemeye başlamış, ebeveynlerinin tedirginlikle izlediği memleketteki on binlerce çocuktan sadece biriydim. Duvarında Iron Maiden’ın Eddie’sinin gayet çirkin bir posterinin olduğu odamdaki tek kasetçalarlı teypte AC/DC “Back In Black”, Iron Maiden “No Prayer For Dying”, Slayer “Seasons In The Abyss”, Megadeth “Rust In Peace” kasetleri bangır bangır dönerken komşular, yaşıtım ya da benden birkaç yaş küçük çocuklarını benim ile karşı karşıya getirmemek için büyük bir çaba içerisine girmişlerdi bile. Çok ters işlerin peşindeydim, çok… Tekrar Jim Morrison’a dönersek, o zamanki kafaya göre kız işiydi onun yaptıkları; sert çocuklara göre değildi nitekim. Neticede gitmedim filmine milmine! Ve inanır mısınız, ben bu filmi ta üniversite 1. sınıfta, bir TV kanalının gece kuşağında izlemiştim ve hakikaten ayıp etmiştim. Ama Jim Morrison ile tanışmam bu kadar geç olmadı. The Doors dinlemem, günlerden bir gün Ogan Güner’in çevirisi sayesinde tanıştığımız, Amerikan edebiyatının Türkçe’deki başyapıtlarından biri olarak kabul ettiğim “Tanrılar – Yeni Yaratıklar” adlı kitabını almamla başladı diyebilirim. Sanırım Lise 2. Sınıfta falandım; (hayır hayır, bunda bir kızın asla parmağı yok!) kitap, sahaf İlhami Abi’nin kitap rafları arasında gezinirken karşıma çıktı ve ben ayaküstü neredeyse kitabı bitiriyordum. Ardından birkaç gün sonra sınıftaki bir arkadaşıma Raks ED-SX 90’lık kaset alıp “The Best Of The Doors” albümünü bana kaydetmesini isteyecektim. Evet, ben kaybetmiştim; bir şarkısında “bu evde doğduk / bu dünyaya fırlatıldık / kemiksiz bir köpek / yalnız bırakılmış bir aktör misali” diyen Jim Morrison denen hergele kazanmıştı. Ve evet, daha sonra üniversiteye başladığım süreçte bu dörtlük Kierkegaard, Sartre, Camus ve Heidegger metinlerinin peşine düşmem konusunda beni biraz gaza getirmişti sanki.

jim morrison

Kaleiçi sokakları Antalya’daki bizim serseri takımının yaşam alanıydı. Daha sonra bir sosyal tarih / müzik sosyolojisi metni olan “Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?” adlı kitabımda dünyanın çeşitli noktalarında örnekleri bulunan bu tiplerin sosyal tarihini eşelerken bazı sosyolojik teknik terimler falan kullandım; “altkültür” dedim, “karşıkültür” dedim, “marjinallikler” dedim… Tamam, sosyolojik açıdan bakıldığında bu gruplar bir şekilde böyle nitelendirilebiliyor olsa da işte, bildiğiniz it kopuk takımı canım! Hepsi çok iyi çocuklar ama toplum dışı varlıklar. Onları “var eden” biraz da bu konumları aslında. Yıl ‘95 falandı; bir sonbahar ya da kış günü, tipinden, benden önce en az on kişinin okuduğundan emin olduğum bir kitap geçti elime. Kapağı kırışmış, cildi yer yer ayrılmış, sayfalarında, yağmur, şarap, kahve, çay ve akla gelemeyecek bir sürü şeyin lekesinin bulunabileceği, basım tarihi olarak yeni ama epey yorgun bir kitaptı bu. Üzeri tükenmez kalemle heavy metal gruplarının logoları ve şarkı sözlerinin yazılı olduğu, haki renkli bir sırt çantasından çıkmıştı. Üzerindeki motifler ve yazılar bir “kimlik” simgesi olarak anlaşılması gerektiği için kişiye göre değişse de, vakti zamanında bu tür çantalardan hemen herkeste mevcuttu. Sürekli hareket halinde ve yarı göçebe olunduğundan İsviçre çakısından oltaya, yedek tişörtten yarısı içilmiş şarap şişesine, somun ekmekten bisküviye, walkmanden kasete,  kitaptan kaleme ve adeta hayal gücünüzün sınırlarını zorlarcasına, bunların içerisinden çıkabilecek hiçbir şey kimseye sürpriz olmazdı. Neyse, o kitabın kime ait olduğunu bilebilmem, onu okuyan bilmem kaçıncı kişi olmamdan dolayı zaten mümkün değildi ama o anda onun kimin çantasından çıktığını da hatırlamıyorum. Bu kitap Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen’in “Beyaz Zenciler” adlı metniydi. Dünyanın en soğuk topraklarından birinden çıkmış, soğuğa bu denli maruz kalmış insanların anadiliyle yazılmış kitap, Akdeniz kıyısındaki bu sıcak kentin çocuklarını serseme çevirmişti. Yıllar sonra göreceğim üzere İzmir’in Alsancak çocuklarında, Ankara Konur Sokak, Sakarya, Kızılay tayfasında, Kadıköy’ün Akmar Pasajı arkasındaki şarapçı zibidilerde, Bursa’da, İzmit’te ve memleketin buna benzer köşelerinde “Beyaz Zenciler” aynı etkiyi bırakmıştı. Öyle bir tokat yemiştik ki; epey bir süre sendeledik… Tuhaf olan, yıllar sonra İzmit’te yaşadığım süreçte, aynı kitabın yeni bir baskısını kitapçıdan alıp tekrar okuduğumda aynı etkiyi yine yaşamıştım. Bazı kitapların, filmlerin, müziklerin böyle bir huyu var. Üzerinden ne kadar geçerseniz o da sizin üzerinizden geçiyor. Oradan oraya fırlatıp pestilinizi çıkartıyor…

önder kosbatar trash metal beyaz zenciler

Pasifik kıyısındaki San Francisco sahillerinde, Paris’in arka mahallelerinde, Kadıköy’ün Marmara Denizi’ne bakan dalgakıranlarında, Bergen’in, Stockholm’ün fiyortlarında, Atina’da, Şam’da, Tanca’da, Barcelona’da aynı yüzyılın sıkıntısını yaşıyordu ahali. Dünya sanıldığı kadar uçsuz bucaksız değil aslında. Canlıları ortak buhranlara sahip olabilecek kadar küçük… Ekonomik krizleri, çeşitli büyüklükteki savaşları, türlü çeşitli devrimleri, askeri darbeleri bolca yaşamış çocuklarız sonuçta. Yaşamadıklarımızı da bir şekilde gördük ki, bizden önceki yüzyıllarda yaşamış çocuklara nasip olmadı bu. Ben kendi adıma TV’de, kanlar içinde yatan “ölü olarak ele geçirilmiş teröristler”i izleyerek başladım erken çocukluk dönemime. Sonra Romanya devlet başkanı Çavuşesku ve karısının idamını izledim TRT haber bülteninde. Belki de yarım saat önce Bugs Bunny Show vardı ekranda. Canlı yayınlanan bir savaş izledim mesela; Saddam’a küfrettik hep beraber ve General Schwarzkopf için dua ettik. Aradan yıllar sonra yeniden savaş çıktı. Körfez’de bu sefer Saddam’ın idamını izledik hep beraber. Uygarlık ve demokrasi gözümüze gözümüze sokuluyordu TV’ler aracılığıyla. Uygarlık dediğimiz şey MTV miydi acaba?

18788812_10210744672865600_436802680_n çavuşevsku'nun ölümü

 

Bu yüzyılın çocukları arasında bazıları vardı ki, gerçek bir “beyaz zenci”ydi onlar. “Yolda”ydı hepsi, “görkemli kaybedenler”di, Sex Pistols’un olaylı single’ı “God Save The Queen”in bir yerinde Rotten’ın haykırdığı gibi “çöpteki çiçekler”di. Obituary’nin şarkı sözleri, Cannibal Corpse’un albüm kapakları olarak ortaya çıktılar bunlar. Oregon, Portland’da doğmuş genç bir yazarın kaleminden fışkırdılar cerahat olarak: Tyler Durden, Marla Singer, Brandy Alexander, Tender Branson doğdu bu irinin içinden… 20. yüzyılın çocuklarının hikâyeleriydi bunlar. Kurgusaldı; evet ama uygarlığımıza yabancı değildi hiçbiri. Bizdendi hatta belki ta kendimizdi. Bir 20. yüzyıl yazarının, içinde yaşadığı acıyı, dünyayı anlatması için kurgulama yeteneğini çok da zorlamasına gerek kalmıyordu bazen. Çok sevdiğim bir 19. yüzyıl metninin kahramanıdır kendisi ama Raskolnikov’un dünyası, Tyler Durden’ın nereye dokunsanız cerahat fışkıracak dünyasının yanında sanki bir peri masalı kadar saftı.

Önder Kosbatar

28.V.2017 / Muratpaşa – Antalya

Yorum bırakın