Bu fanzini ne zaman görsem aklıma hemen güftesi Seyyid Nesimi’ye ait, bestesini Ergüder Yoldaş’ın üstlendiği ve o güzel sesiyle kulaklarımızın pasını silen Nur Yoldaş’ın Sultan-ı Yegah albümündeki güzide şarkısı “Nâgehan Bûstan Faslı” geliyor. Bu şarkıyı bana tekrardan hatırlattıkları için teşekkür ederim. Yavaştan başlayalım fanzini anlatmaya. Dem Bu Dem Fanzin’in 5. sayısı da diğerleri gibi güzelliğinden bir şey eksiltmemiş hatta arttırmış bile. Dolu dolu bir içerik olmuş, bizi karşılayan isimler; Ahmet Doğruer, Ahmet Gökşen, Bircan Mirza, Elif Aksüt, Özcan Bayram, Rıdvan Yıldız, Oğuzhan Kayacan ve Melike Tellioğlu’dur. Hepsinin zihinlerine bereket.
Kapakta Abidin Dino’ ya ait işkence temalı bir resim var. 1950’li yıllarda dinlediği işkence anlatımlarından esinlenerek çizmiş. Yanlış olmasın, bir yerlerde okumuştum bu desenlerin kaynağının Ahmed Arif olduğu söyleniyor. Bildiğimiz üzere o da “Otuzüç Kurşun” şiiri yüzünden sabaha kadar dayak yediğini söylemişti. İşkencenin şekli değişiyor, zaman değişiyor ve mekan değişiyor ama acılar hep sahici. Neyse bu faslı kapatıp içeriğe geçelim.
Bizi ilk karşılayan isim “Şehir Kutsal Günahlar Gizlerken” başlıklı şiiriyle Rıdvan Yıldız oluyor. Rıdvan Yıldız bildiğim ve aşina olduğum bir isim. İmge yüklü, soluklanarak okunulacak bir şiir olduğunu düşünüyorum. O yüzden yavaş yavaş okuyun derim.
Sonra minimal öyküsüyle Ahmet Doğruer merhaba diyor. “Kan” başlıklı bu minimal öykü, sade olmasına karşın, derinliği olduğunu düşünüyorum. Ahmet Doğruer hayatının bir anının fotoğrafını çekmiş. Kendisine sorduğumda yaşadığı yerde akıl ve ruh sağlığı bozuk birçok kişinin olduğunu ve kendisinde onları çeken bir güç olduğunu dile getirdi. Yolda, sokakta gördüklerinde yanına geldiklerini, yazdığı bu minimal öykünün de böyle gerçekleştiğini dile getirdi. Kimse duymasın istiyor ama sonra kan diye bağırıyor. Yine de duyulmadığına eminim. Çünkü insanların birçoğu ister yüksek sesle anlatılsın isterse de yalnızca bakışlarla anlatılsın, başkasının içinde büyüyen acıları duymayacak kadar sağırlar. Belki de değiller, duymak istemezler.
Bizi karşılayan üçüncü isim Elif Aksüt oluyor. “Gün Hisleri ve Gece Sanrıları” başlıklı bu şiir, dünyanın sırtına/sırtında kalanlara ayna tutuyor adeta. O anlattıkça evimin kaybolmaya başladığını gördüm ben. Önce çatısı kayboldu, başım açıkta kaldı. Sonra duvarları kayboldu, gövdem kaldı ortada. Yalnızca temeli kaldı evin, ayaklarım üzerinde başım dik demek isterdim ama başım eğik. Bu günahlar kimin? Ben de dünyadaki iki iyi insanın aptal konuşmasına kulak verdim. Siz de verin.
Ahmet Gökşen “Çıkmazların Ortasında Şehir ve Karanlık” başlıklı şiiriyle giden şiirin yasını yaşayamadan karşımıza çıkıyor. Şiir kendi içinde iki bölüme ayrılmış; ilki, şehre serzeniş ikincisi de karanlığa serzeniştir. Aslında ikisi de birbirini içlerinde barındırır. Şairinin de dediği gibi “şehrin en yorgunu işçiler”. Evsizler ve kimsesizleri de eklemek isterim bu yorgunlar listesine. Son olarak karanlığa soyut resimler yapılır mı bilemem ama karanlık soyuttur bence. Yalnızca ondan olanı içine alır.
Bircan Mirza “Arka Bahçe” şiiriyle boşluk bırakmadan yetişiyor. Hem de nasıl yetişme bu, nefes nefese kalmış, yüzü kızarmış ama güzelliğini koruyan genç kızlar gibi. Bir kere olsun demir kapıları aralayıp bakmadığımız arka bahçeler bizi kaosların kucağına bıraktı. Şimdi binalardan çınarları, söğütleri göremiyoruz. Binaları kıskanıyorum, görsem çok güzel olurdu.
Sonra Özcan Bayram’ın “9. Harf” başlıklı şiiri var. Özcan Bayram; içindeki hüznün verdiği acıklı çaresizlikten, yalnızlığından, anlamını yitirmeye başlayan kelimelerden, intiharlardan, şairlerden ve daha birçok ‘şey’den bahsediyor. Okurken, alfabemizin dokuzuncu harfi gibi hissettim kendimi. Bir kez daha kepenkleri indirdim ve ışıkları söndürdüm. Göremezsem iyileşirim zannettim ama yanılmışım onun da dediği gibi “üzerime sinmiş”.
Tam da düşüncelere dalmışken Melike Tellioğlu’nun harika çizimi çarpıcı bir şekilde önümde beliriyor. Resmi size tasvir etmek isterim lakin kendiniz görseniz daha iyi olacak. Söylemediklerimi anlayacaksınız.
Aşağı indiğimizde yine Ahmet Doğruer’in bir şiirini görmekteyiz. “Bileklerimdeki Ölüm” başlıklı bu şiir, bizlere adeta bileklerimiz kadar yakın. Belki biraz şizofrenik olacak ama keyif verici bir şiirdi, tekrardan okumak isteyebilirsiniz. Yeni bir halka büyüyor şiirle, gövdesine dayalı bir halka. İçinden geçerken içinizden geçecek!
Diğer yazıda fanzinin üçüncü sayısı üzerine bir inceleme ve Ahmet Doğruer röportajı ile Oğuzhan Kayacan var. Keyifli bir inceleme ve güzel bir röportaj olmuş, tebrikler.
Sona gelirken çok sevdiğim bir isme denk geldim, Ferid Edgü ve ona yazılmış bir güzelleme. Sayfa ortadan ikiye ayrılmış ve yan çevrilmiş. Bir tarafında Ferid Edgü, Doğu Öyküleri kitabından bir alıntıyla; diğer tarafta “O” başlıklı güzellemesiyle Ahmet Doğruer. Sonuna kadar hak verdiğim bir şiir olmuş. Büyüsü sözcükler olan peygamberi sevgiyle anıyorum ve aynı kitaptan belki de hepimiz için geçerli bir alıntıyı paylaşmak istiyorum; “Onların yalnızlığıyla benim yalnızlığım aynı değildi.” Parmak izi gibi yalnızlıklarımız işte.
Fanzine katkıda bulunan herkese sonsuz teşekkürler, iyi bir iş çıkarmışlar. Bonus olarak da dört adet film önermişler. İçlerinden Le Ballon Rouge (Kırmızı Balon) adlı kısa filmi izledim. Çok iyi bir filmdi, hatta birçok ödül de aldı. PDF’yi aşağıya bıraktım üzerine dokunmanız yeterli. Sevgiyle ve fanzinlerle kalın, selametle!