Lagari Fanzin’i incelemeye ilk karar verdiğimde biraz gerilmiş olduğumu itiraf etmeliyim. Zira Bilimkurgu konusunda çok da fazla bilgisi olmayan, bu konuda cahil olan biriyim. Ve yazacağım kritiğin yeteri kadar kapsamlı olamayacağını düşünerek fazlaca gerildim. Ama sanırım benim gibi Bilimkurgu ile alakası olmayan, yıldızı pek de barışmayan biri Lagari’yi sevdiyse bu fanzin gerçekten güzel demektir.
Öncelikle gözümüz her zamanki gibi Levent Altınkaynak’ın çizmiş olduğu kapak ile şenleniyor.
Ardından Mehmet Fatih Balkı giriş yazısı ile selamlıyor bizi.
“…Lagari Fanzin, Bilimkurgu fankit serisi ile daha büyüyor. Yazıyoruz ve çiziyoruz. İyi veya kötü buna siz karar verebilirsiniz. Daha iyisini yapmak için çalışıyoruz. Daha öteye gitmek için yürüyoruz. Okyanusu görmek için gidiyoruz.
Peşimizden gelin…
Bilimkurgu umuttur.”
Ve biz de peşlerine takılarak Lagari Fanzin’in dünyasına dalıyoruz. Mehmet Fatih Balkı’nın Göğün Şehidi isimli yazısı ilk sayfalarda karşımıza çıkıyor. Yuri Gagarin’in sözü karşılıyor bizi. Başlarda anlam veremedim. Fakat ardından Laika’nın hikâyesi sıktı boğazımı. Abartmıyorum. Üzüntüden ve öfkeden nefesim kesildi. Sovyetler Birliğinin 3 Kasım 1957 yılında uzaya gönderdiği Sputnik 2’de can veren Laika’nın hikâyesini kaleme almış Mehmet Fatih Balkı. Laika sıradan bir köpek. Bir sokak köpeği. Daha kolay bir uçuş olsun diye seçilen en uysal, fotoğraflarda daha güzel görünsün diye seçilen en beyaz ve güzel köpek. Ve daha yola çıkılmasından 5-6 saat sonra hayatı son bulan bir can. Yine aynı noktadayız. İster Sovyetler Birliği olsun ister Amerika ister Türkiye. “Bilim” adına yok sayılan, önemsenmeyen hayatlardan sadece biri Laika. İster bir hayvan olsun, ister insan.
Bilimsel çalışmalar daha kaç can alacak? Eğer bilim binlerce can kurtarmak için binlercesini de feda ediyorsa bu bilim yüce midir? İnsanlık olarak Laika ile birlikte uzaya çıktık. Ya da Gagarin ile birlikte. Peki, uzayı keşfe çıkan bilim dünyası hâlihazırda yaşadığı gezegeni niçin görmüyor? Yoksa bilimin ilerlemesi için verilen tüm canlar mübah mı? Peki, etik-vicdan tam olarak nerede? Ben size söyleyeyim. Uzay boşluğundaki bir kapsülün içinde. Bizden çok uzakta. Ya da Mehmet Fatih Balkı’nın söylediği gibi gökyüzündeki mezarlıkta. Tüm bu hikâyenin ardında geriye Yuri Gagarin’in o başta anlam veremediğim sözü kalıyor.
“Hala kim olduğumu tam olarak bilmiyorum; uzaya çıkan ilk insan mıyım yoksa görevlendirilen son köpek mi?”
Sayfaları çevirmeye devam ediyoruz. Aç-Grip isimli hikâyesi ile Sadık Yemni fırlıyor sayfalardan. Dünyayı ele geçirmiş bir virüsün hikâyesi bu. Bu virüs başka. Hasta ederek öldürmesini beklersiniz ama öyle olmuyor. Sanırım hikâyenin en sevdiğim tarafı virüsün insanları yok ederken kullandığı gidiş yolunun insanın bitmek tükenmek bilmez iştahı olması. Günümüz oburlarını güzel yansıtmış olduğunu söyleyebilirim. Günümüz oburları. Bizim de içinde bulunduğumuz, hikâyeye nazaran sadece yemek değil, teknoloji, sanat, edebiyat, sosyal medya ve hatta duygu oburları. Günümüz dünyasının virüslüleriyiz biz. Ve aynı hikâyede olduğu gibi. Sonumuz yakın. Ve yine hikâyede olduğu gibi evrilebilmiş, uyum sağlayabilmiş olanlar bizi bekliyor. Dağların derinlerine inşa edilmiş mağaralardan çıkmamızı büyük bir sabırsızlıkla bekliyorlar.
Bizi karşılayan bir sonraki öykü Ruhşen Doğan Nar’ın “Sanki Cennet” isimli hikâyesi. Çok kısa ama çarpıcı olduğunu düşündüğüm bir kurgu var karşımızda. Gözlüklerinizi takın ve arkanıza yaslanın hanımlar beyler! Sanal dünya çok yakınınızda. Kaçırdığınız hayatlar, istediğiniz yaşamlar, yataktan bile kalkmadan yapay bedeninizi kıpırdatmadan izlediğiniz cennet. Pişmanlıklarınız, kaybettikleriniz, kaybetmek istemedikleriniz. Hepsinin var olduğu bir dünya var. Siz yapaysınız, gözlükler yapay, cennet yapay. Ama hisler gerçek. Önemli olan bu değil mi sanki. Teninize çarpan rüzgârı hissediyor musunuz? Hayır mı? Ne fark eder. İzliyorsunuz ya!
Tüm bu hikâyelerden sonra alınan kısa bir nefes gibi, bir mola gibi karşılıyor bizi Kübra Şeker’in çizimi. Dediğim gibi ben bilimkurgu konusunda biraz cahil sayılırım. Ama Steampunk teması olduğunu söyleyebilirim sanırım. Eğer yanılıyorsam da linç serbest! Çarklar dönüyor dostlar. Kaburgalarınızın kırılma seslerini duyuyor musunuz? Çarklar dönüyor. Eşlik ediniz.
Ve biz daha bu Lagari’nin dünyasından kopamamışken Orkun Uçar röportajı selamlıyor bizi. Orkun Uçar’ın kendi kitapları, bilimkurgunun tanımı, ülkemizde yerli bilimkurgunun gelişimi, bilimkurgu çevresinde şekillenen fanzin kültürü ve yeni projeler üzerine keyifli bir sohbete tanıklık ediyoruz. Bu konuda daha fazla ipucu vermeyeceğim. Okuyunuz. Keyif alınız, bu sohbete katılınız.
Tam sohbetin rehavetine kendimizi kaptırmışken Serkan Üstündağ’ın Günya’sı bir bomba gibi düşüyor satırlardan beynimize. Dünyalıların göçebe bir hayat yaşamaya karar vermesi aslında biraz da zorunda kalması ile oluşturulmaya çalışılan Günya. 37. denenen gezegen. Okurken düşünmeden edemedim. Günya Dünyalıların var etmeye çalıştığı yaşanabilir bir gezegen. Peki Dünya? Acaba Dünya kimin var etmeye çalıştığı ve dahası başarılı olduğu gezegen? Bize Dünyayı bırakan atalarımız kim? Hikâye çok etkileyiciydi orası kesin. Ama ben sanırım her zaman hikâyedeki “Doğal Yaşam, Doğal Evren” yazılı pankartı tutan taraf olacağım. Sonunda yok olmak olsa da.
Henüz Günya’yı hazmedememişken Aşı ile Emrah Ersan çıkıyor karşımıza ve kalan beyin hücrelerimizi öldürmeye niyetli bir şekilde vuruyor aşıyı beynimize. Yeraltında yaşamaya mahkûm ya da yeryüzünde yaşamaktan kurtulmuş şanslı olanların içindeki 4 adamın hikâyesi ve 1 adet aşı. Kırmızı, yakıcı bir yeryüzü ve nefes alabilmenin mümkün olduğu yeraltı. Asırlık uykular, akış dalgaları, aşılar. Oksijensiz hayat mümkün değil. Acaba gerçekten değil mi? Bu hikâyeden sonra neden olmasın?
Ve yine Kübra Şeker’in dinlendirici etkisi olan ama bir yandan da ufak tefek gıcırtılar yaratan çizimiyle bir soluk alıyor ve hiç vakit kaybetmeden Bahri Doğukan Şahin’in “Bilimkurgu Edebiyatında Yaygın Olarak Kullanılan Temaların İlk Örnekleri” isimli yazıya dalıyoruz. Öncelikle bilimkurgunun bilinen tanımlarına yer veren ve ardından bilimkurgu temalarını ve bu temalarda yazılmış olan ilk örnekleri ele alan yazı benim gibi bilimkurgu hakkında çok fazla bilgisi olmayan ama öğrenmeye istekli olanlara bir başlangıç kiti niteliğinde. Ben bilimkurgu okumak istiyorum ama hangisi iyidir, nereden başlasam diyenlerdenseniz bu yazıya göz atmanızı tavsiye ediyorum.
Sırada Metin Uçar’ın Tabut isimli hikâyesi çarpıyor gözümüze. Vasiyetinizi hiç düşündünüz mü? Geride bırakacağınız son sözlerinizi. Peki, içinde bulunduğunuz tabut uzay boşluğunda savruluyor olsa vasiyetiniz değişir miydi? Hikâyeyi okuyana kadar değişeceğini düşünmezdim. Yanılmışım.
Ve gözlerimiz hemen yan sayfaya kayıyor. Gökçe Mehmet Ay “Deneyim Tüccarının Aşkı” yazısı ile farklı bir aşk hikâyesi sunuyor bize. Yasak aşk diyebilir miyiz? Belki. Ama böylesi aşk hikâyesi okunmayı hak ediyor. Sadece Yapay Zekâların değil herkesin özgür olduğu bir dünya için çalışıyoruz.
Ve hemen ardından Murat Yıldırım “Cennet” ile karşılıyor bizi. Daha doğrusu sarsıyor demek daha doğru olur sanırım. Cennet uğruna neleri göze alabilirsiniz? Cennete kavuşmak için neler yapabilirsiniz? Sınırınız ne? Cennetin yakıcı sıcaklığı için ruhunuzun soğumasına izin verir misiniz?
Bu iç yakıcı hikâyeden sonra Gurur Asi’nin “Biz Suyun Üzerinde Kalacağız” hikayesi belki daha iç açıcıdır diye umut ederek okumaya başladım. Ama maalesef Lagari Fanzin bu son yazısı ile tam ağızlara layık bir kapanış yapıyor. Ruhumuz çıtır çıtır ezilirken “Bilimkurgu umut mudur, korku mu?” sorusu zihnimde yanıp söndü.
Ve böylece Lagari Fanzin’in sonuna geliyoruz. Yerli Bilimkurgu için çabalayan, uğraşan ve bunu layığıyla yapan bu ekibe teşekkürlerimi sunuyorum. Beni Bilimkurgu’ya bir adım daha yaklaştırdıkları için.
Bilimkurgu Uçuyor! Fanzin Yürüyor!
Eşlik Ediniz.