Sevgili fanzin severler, bu ay Hacettepe üniversitesi Fransız Kültür Topluluğu’nun üç lisanlı hazırladığı FKT fanzin üzerine konuşacağız. Fanzin, ilk cümlede de belirttiğim üzere, Fransızca, Türkçe ve İngilizce olarak üç dilli bir yayın ve bu eşine çok sık rastlanır bir durum değil. Bu yönüyle ilk anda dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor çünkü birden fazla dilde, her dilde aynı yetkinlikle edebi ürünler ortaya koyma iddiası az uz bir iddia değildir, öncelikle bu cesaretleri ve güzel çabaları için FKT Fanzin’i derleyen genel yayın yönetmeni Gökalp Yelken’i, editör Melsa Sıla Kaya’yı hem çevirmen hem redaktör olarak emek veren Engincan Şenkardeşler’i, Sinem Bildircin’i, Özge Kahriman’ı ve yalnız çeviriyi sırtlanan Düzgün Can Kılıç’ı tebrik etmek isterim. Eseri her üç dilde de okudum ve çevirilerin gerçekten büyük bir emek verilerek başarıyla kotarıldığını söylemeliyim. FKT Fanzin her yönüyle farklı bir iş çünkü yayını ilk açtığımızda fanzin kültürüne biraz yabancı ve aykırı olarak genel yayın yönetmeni ve editör gibi daha çok bandrollü yayınlarda mevcut olan bir çalışma şekliyle karşı karşıya kalıyoruz. Belirttiğim gibi bu tip bir çalışma şekli fanzinlerde pek görülmüyor. Peki, bu fena bir şey midir ve fanzin ruhuna aykırı mıdır? Bu sorunun tarihi epey uzun, kısaca belirtmem gerekirse, yayın yönetmenli, editörlü bir fanzin alışılmadık olmakla birlikte fanzin ruhuna taban tabana zıt değil bununla birlikte aşina olunan fanzinler, bir ya da birden fazla kişinin derlediği ve çoğunlukla yayın yönetmeni ya da editör belirtilmeden, anonim bir kolektiflikle yayına hazırlanan fanzinlerdir. Bu noktada işin en güzel tarafı bana kalırsa bu fanzinde redaktörlerin mevcut olması ve doğrusu çok da iyi bir iş çıkarmalarıdır zira imla hataları, anlatım bozuklukları gibi okumayı işkence haline dönüştüren fenalıklar olmadan ağzı tadıyla bir edebi ürün okuyoruz üstelik böylece arkadaşların yaptıkları işe ne kadar değer ve emek verdiklerini de görüp, bir okur olarak eserleri sezgili bir geçirgenlikle okumaya başlıyoruz.
Sezgili geçirgenlik kavramını açmak gerekirse, bu kavram her eserin okurda bıraktığı his ya da düşünceler olarak tanımlanabilir. Öyle ki, iyi bir edebi ürün, okuru bilge olsun ya da olmasın, okuyucuda bir ayna görevi görür. Okur, sezgileriyle eserin öz(anlam) ve biçem kısmına, gözü ve kulağıyla da eserin biçimine karşı geçirgen bir tavır içindedir. Şimdilerde şair Nihat Ziyalan’ın sözünü ettiği bu kavramın tarihi ilk yazılı edebi eserlere değin uzanmaktadır. Daha önceki eleştirimlerimde de özellikle belirttiğim üzere dilin doğru kullanımı her şeydir ve FKT Fanzin, bu hassasiyetiyle gerçekten de iyi bir iş ortaya koymuştur. Bizlere sekiz, dokuz asır sonrasında dahi kendilerini okutabilen Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli’nin hassasiyeti ve dil bilinciyle benzer bir bilinçtir bu. Başka dilleri bilmek ve kendi dilini en yetkin biçimde konuşmak, bu dili yazıya geçirirken mevcut zamanın imlasını gözetmek okura ve esere saygının en belirgin göstergeleridir. Tabi burada şiirde imladan bahsetmiyorum, şiirde her şey şairin (aslında şiirin) tasarrufundadır, şair orada imlayı da yıkabilir. Benim anlatmak istediğim, hazırlanan metnin kullandığı dillerdeki temiz ve akıcı anlatımı ile, o anlatımı bize verirken kullandığı yazı dilindeki kusursuzluktur. Fanzinin genel görüntüsü bu şekilde içimizi açıyorken edebi eserlerin içerikleri de bize aynı hissiyatı yaşatıyor mu sorusunun yanıtına aramaya geçelim. Ürün Melsa Sıla Kaya’nın “Bir Dilek” adlı şiiriyle başlıyor. Kısa ve son derece nahif bir şiir, dünyanın kötülüklerinin de farkında olan bir iyimserlikle, umutla okuyucuyu gülümseten, sözü olan bir şiir. Bana kalırsa bir şair, çağını çok iyi tanımalı ve onun ontolojik, politik, ruhsal vs. karmaşalarına zihninde yanıtlar aramalı ve böylece şiirini rastgelelik ve keyfiyetten çıkarıp bir poetika haline getirebilmelidir. Bu yol üzere ilerleyen her şair, şiirini kendisinin poetikası olarak gerçekleştirebilir. Yıllar içinde yoğrulup, emek emek işlenen şiirler kendi kendilerinin poetikalarıdır. Bulduğu biçimle yetinmeyen, anlama da başlı başına bir değer atfetmeyen ve bunu “Salt anlama dayanan bir şiir çökebilir ama salt biçime dayanan bir şiir çoğu zaman çökmeyebilir” diyerek ifade eden Nazım Hikmet yukarıda sözünün ettiğim yollardan geçmiş bir şairdir. Bunu yapmayan şair değil midir sorusunu beraberinde getiren bir önerme bu, hemen yanıtını vereyim: Kimin şair olduğuna, neyin şiir olduğuna şiirin tarihi ve kendisi karar verir. Ben elbette kendi penceremden konuşmaktayım. Melsa Sıla’nın bu kısacık şiirinde binlerce yıllık bir ontolojik çatışma görüyoruz. Biçim olarak şiirde bir özgünlük ve yenilik görmesek de özle bileşik düşünüldüğünde biçimin sırıtmadığı bir şiirle karşı karşıyayız. Biçimde yenilik ve özgünlük eksikliği elbette bir tek Melsa Sıla’nın sorunu değildir, günümüzdeki şiire bakıldığında deneysel şiir adı altında ürünler ortaya koyan bir kitle dışında, bugün hala birçok şairin 1940lardan beri kullanılmakta olan serbest biçimi kullandığını görürüz. Hiçbir şairin şiiri tek eseriyle incelenmez düsturundan hareketle fanzinin sayfalarında ilerliyoruz ve karşımıza Lafontaniere mahlasını kullanan arkadaşımızın” İnciller Duvarında” adlı şiiri çıkıyor. Biçim olarak dörtlüklerden oluşan eserin özünde imgesiz bir şairanelik var ayrıca çok katmanlı ve çok anlamlı bir şiir bu zira şapelin diz çökmesi dogmaların çöküşüne mecaz olabilirken, kişinin öz yıkımlarına da mecaz olabilir. İmgesiz şiirlerin kendine özgü sadeliğini barındıran güzel bir şiir. İlerleyen sayfalarda yine aynı şairin bir şiiriyle daha karşılaşıyoruz: “Düşüncelerimdeki Baloncuklar.” Dörtlük dizeler biçiminde uyaklarla yazılmış bir şiir. Biçim olarak eski, içerik ise yine imgesiz, sade ve yeni şiire yakın. Şairin biçemini bulduğunu ve her iki şiirde de koruduğunu görebiliyoruz. Şüphesiz yazmaya, okumaya devam ettikçe şiiri kendi yolunu bulacaktır ve belki de şair yeni biçim denemelerine de girişecektir. Fanzin, Kayra Taban adlı arkadaşımızın “Acımız Büyük” adlı öyküsüyle devam ediyor. Ayakkabıların ağzından anlatılan serim, düğüm, çözüm üçlemesini gözeterek kapalı sonla yazılmış bir öykü. Maupassant tarzı öykü dediğimiz bu türde genellikle olay örgüsü, yer, kişi ve zamana bağlı olarak verilir. Akıcı bir dille yazılmış, tadımlık bir öykü. Dilinin yalınlığı ile okuru öykünün atmosferine anında dahil ediyor ve kurgunun da sağlamlığı ile öykünün sonuna değin okuma isteği beliriyor.
Ürün, Eylül Selep adlı arkadaşımızın Pierre Loti üzerine kaleme aldığı biyografik bir yazıyla devam ediyor. Derli toplu ve yazarla ilgili değerli bilgiler içeren bir yazı olmuş. Çok sevdiğim yazarla ilgili birkaç söz de ben eklemek isterim. Pierre Loti Türk Kültürünün bir simgesi haline gelmiş izlenimci ve değerli bir yazardır öyle ki ismi İstanbul’da bir tepeye, kahvehaneye ve bir caddeye verilerek ülkemizde ismi yaşatılan bu ünlü edebiyatçı Osmanlı tarihinin dönüm noktası niteliğindeki bir dönemden izler saklamış ve o döneme izler bırakmış canlı bir vesika gibidir. Yunanca, İngilizce ve Latince bilen Fransız yazar, gezdiği yerlerdeki insanları ve kültürlerini yakından gözlemleyip bu gözlemlerini makalelere ve romanlarına aktarmıştır. Özellikle Ortadoğu ve Uzakdoğu kültürlerinden etkilenen ve yakından inceleyen Loti, bu kültürleri eserleriyle batıya tanıtan önemli bir isimdir. Sanayileşme ile giderek daha materyalist bir hale bürünen Batı’nın ruhsuzluğundan yakınan seyyahların Doğu’da aradığı huzuru, Loti, Doğu ve Batı’nın birleştiği İstanbul’da bulur. Boğazın sularından; binlerce geminin, sandalın durmadan gelip geçtiği, Babil Kulesi gibi, Doğu’nun bütün dillerinin duyulduğu bir deniz olarak bahseder. Pierre Loti’nin Türkler hakkındaki görüşleri, Türklerin dışarıdan nasıl göründüklerine dair önemli bir fikir verir ki; bu fikir milletlerin kendini tanımasına imkân verir. Çünkü aynı olanın içindeki farklı bakış detayları yakalayabilir. Bu yüzdendir ki her gün yüzlerce insanın geçtiği İstanbul’un dar sokaklarındaki lezzeti, Pierre Loti duyabilmiş ve bu lezzeti eserlerine yansıtmıştır. Yabancı seyyahların gözüyle kendi güzelliklerimize bakmanın değeri de muhakkak bu küçük ayrıntıdan gelmektedir. Ancak tabiî ki Pierre Loti’yi Türkler için değerli kılan yalnızca yabancı bir seyyah olması değildir. Onun İstanbul’a ve Türklere olan hayranlığı, Türklerin ona duyduğu saygıyı ve sevgiyi arttırmıştır. Dünyanın iki tarafa ayrıldığı, Türk insanının en zor zamanlarını geçirdiği günlerde “karşı taraftan bir dostunun” olması muhakkak çok değerliydi. ‘Can Çekişen Türkiye 1914’ adlı eserinde I. Dünya Savaşı’nda olan Osmanlı Devleti için duyduğu üzüntüyü içtenlikle dile getirmiştir: “Yangın… Katliam… Yağma… Çapul… Ve son derece canavarca kesilen insan uzuvları… İşte koyu Hristiyan olmakla övünen bu orduların bilançolarındaki haydutluklardan birkaç örnek” Loti’nin İstanbul’u kendi gibi karmaşık duygular içindedir. Farklı milletleri toprağında barındıran, farklı dinleri bağrına basan, nice yenilgiye boyun eğen ve nice zafere kucağını açan bu şehir, sofistik ve bohem bir havaya bürünmüştür. Bu bohem hava melankoliyi de beraberinde getirerek, Loti’nin kendini bulduğu ve bu nedenle âşık olduğu İstanbul’u vücuda getirmiştir. Fanzinin devamında bizi Bülent Aytaç’ın resimleri karşılıyor. Kuşların, müzik aletlerinin ağırlıkta olduğu bu çok renkli çalışmalar derinliği ile ilk anda bizi içlerine çekiyor. Elbette resim üzerine konuşmak apayrı bir uzmanlığı gerektirir. Bir sonraki eleştirimde resim çalışmalarını da derinlikli olarak ele almak umuduyla deyip son söz olarak FKT Fanzin’in kapak tasarımını ince bir derinlikle hazırlamış olan Eylül Deniz Kızılay’ı tebrik ederim. Bir sonraki eleştiri yazısında görüşmek üzere, fanzin yürüyor!
Bu yazı hazırlandıktan bir süre sonra fanzinin yeni sayısı da hemen akabinde çıktığından iki sayıyı birlikte paylaşıyoruz. Keyifli okumalar.