Ekranlara alışığız, klavyeye, dijital aygıtlara ve günlük yaşantımızda kullandığımız pek çok araç, gerecin akıllı tabir edilen versiyonlarına. Ancak sanatın dijitalleşmesi hala bir tabu.
Dijital aygıtların insan eli ve fikri ile ürettiği içinde yaratıcılık barındıran çalışmalar ülkemiz gündemine henüz mesafeli.
Teknolojinin olanakları ise gün geçtikçe gelişiyor ve aslen kavramlar, tarihsel algılar, hatta dilimiz dahi değişiyor.
Ülkemizde dijital teknolojiye gençlerin daha bir hâkim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Edebiyat/sinema/müzik/resim/grafik gibi pek çok alan teknoloji sayesinde daha fazla insana ulaşabilme şansı sağlıyor.
Batuhan Perker, şiirlerinden tanıdığım genç bir sanatçı adayı ve şimdiden yurt dışında pek çok sergiye katılmış bir sanatçı.
Kendisi ile çalışmaları hakkında söyleştik;
Merhaba Batuhan, senin sanatsal yolculuğuna ilk olarak Doktrin Fanzin tanıklık etmiştim. Sonrasında Kötü Tohum’u oluşturdun. Kurgu yolculuğuna kısaca bir göz atsak mı? Sanatla ilgili yolculuk nasıl başladı.
Daha genç yaşlardayken birden fazla şeyin ilgimi çekmesiyle başladı aslında. Çokça film izlediğim, kitap okumayı sürekli bir aktivite haline getirdiğim zamanlarda çeşitli yazar ve yönetmenlerden fazlasıyla etkileniyordum. Bazıları iyi etkiliyordu, bazıları da okuyucuların tiksineceği kadar tatsız şeyler çıkarmamı sağlayacak kadar kötü etkiliyordu. Bu süreçte çok fazla yazı yazma imkanı buluyordum. Daha sonra en yakın arkadaşım Ali ile beraber Doktrin Fanzin’i çıkarmaya karar verdik. Hiç tanımadığımız insanlara, iyi de olsa, kötü de olsa yazdığımız şeyleri ulaştırabilme fikri bizi müthiş bir şekilde cezbediyordu. Algı alanım genişledikçe ve etkilendiğim şeyler üzerine belli bir tasnif mekanizması oluşturmaya başladıkça bu durum da değişti, yani büyüdükçe farklı alanlarda rüştümüzü ispatlamak üzere çalışmaya başladık. Kötü Tohum projesi, aslında şimdilerde bakıp hoşlanmadığım yazılarım da dahil, oluşturduğum her şeyden beslenerek ortaya çıktı. Çocukluğumda bilgisayar bazlı grafik araçlarıyla okuldan geri kalan vaktimin tamamını alacak kadar çok ilgileniyordum fakat okulun daha büyük bir sorumluluk olduğu gerçeği her alanda karşıma çıktığı için bir şekilde kopmak zorunda kalmıştım. O yıllardan çok uzun zaman sonra, tercümanlık yaparak bir yere varamayacağımı anladığım, etrafımdaki duvarların oldukça dar olduğu o noktada, bu projeyi son çare olarak oluşturdum aslında. Planım, çocukken bildiğim her şeyi, üstüne fazlasıyla koyarak yeniden öğrenmek (Mustafa’ya çok teşekkür), aklımdaki senaryoları, yazdığım kısa yazılarla oluşturduğum distopik evreni görselleştirmekten ibaretti. Bu plan, ilk etapta henüz yeni yeni başladığım (ve pek hoşnut olmadığım) işimi bırakmamı sağladı. Daha sonra ise, dürüst olmak gerekirse pek hoşlanmadığım muhtelif sanat zümrelerinin ilgisini çekmemi, hatta şu an oldukça memnun olduğum, yoğun bir akışı olan bir mesleğe sahip olmamı da sağladı. Bir şeyler yaratmaya başladığım ilk günden beri sanatsal bir kaygı gütmekten çok, hayranı olduğum Stanley Kubrick ve Hideo Kojima gibi, hissettiğim ve kurguladığım birtakım hisleri bir atmosfer içerisinde görselleştirerek alıcıya iletmeyi hedefledim. Sanatla alakam bu şekilde başladı özetle.
Atmosfer yaratmak dedin, sanırım bu anahtar kelime. Bize biraz yaptığın tasarımlardan bahseder misin? Senin işlerine için gif ile resmin birleşmesi diyebilir miyiz mesela? Teknik olarak nasıl çalışıyorsun?
Tam olarak öyle diyebiliriz. En başta .gif formatını kullanarak, 2-3 saniyelik döngüler halinde ”hareketli resimler” oluşturuyordum aslında. Daha sonra teknik bilgimi geliştirdikçe bu durum 3 boyutlu kompozit sahneler oluşturmaya evrildi. Aslında ulaşmak istediğim prensip de buydu. Yani, bir yönetmenin bir senaryoya göre sahneleri planlayıp çekmesi ve kurgulaması gibi fakat çok daha küçük ölçeklerde işler yapmaya başladım. Video klipler veya çok kısa filmler gibi. Tek farkı kamera ve gerçek oyuncular yerine, kendi kurgum olan senaryo ve atmosferler dahilinde tasarladığım karakterler, ortamlar ve hareketler kullanıyor olmam. Esasında senarist de, tasarımcı da, ışıkçı da ben oluyorum bu noktada. Sahnelerin işlevselliği, görselliği, bir araya geldikleri kurgu, oluşum aşamaları, estetik çıktısı ve irili ufaklı daha birçok şeye benim karar vermem gerekiyor. Bu noktada ben, projeyi oluşturmadan önce, nasıl bir çıktısı olacağına, ne gibi detayları içereceğine dair küçük bir liste yapıyorum. Daha sonra bu listeye yazdıklarımı fizibilite dahilinde kontrol edip, teknik olarak yapılıp yapılamayacağına göre ekleme ve çıkarmalarda bulunuyorum. Ardından vereceğim her türlü karar için birçok referanstan oluşan bir ilham panosu hazırlıyorum. Bu noktadan sonra teknik kısım işin içine giriyor. Geriye yalnızca planlanan animasyonları, ışığı, kamerayı ve hareketlerini 3 boyutlu ortamın imkânları çerçevesinde oluşturmak ve sahneleştirmek kalıyor.
Bu güne kadar hangi sergilere katıldın?
2015 yılından bu yana ilk olarak 2016 yılında Torino’da gerçekleşen TheGIFER sergisinde yayınlandı işlerim. Daha sonra 2 yıl üst üste Tres_w adında Zaragoza’da gerçekleşen bir sergide, Fantoche 15. İsviçre Ulusal Animasyon Festivali’nde, Bern İletişim Müzesi’ndeki ”Smack My GIF Up!” sergisinde yer aldım. Bu yıl Kasım ayında da The Wrong Epicentre adında, dünya çapında birçok sanatçının katılacağı, İspanya’nın Valencia kentinde gerçekleşecek olan bir bienalde işlerim sergilenecek.
Sergi listen oldukça hareketli. Ancak sergileme mekânları açısından düşününce yurtdışında daha fazla ilgi gördüğün ve işlerini sergileme şansı bulduğunu düşünüyorum. Sence Türkiye’de dijital sanatın sergilenme olanakları teknik yetersizlik sebebi ile mi yoksa sanatseverlerin bu alandan henüz yeterince haberdar olmamaları nedeni ile mi bu denli az.
Teknik bir yetersizlik söz konusu değil bence, istendiği takdirde her türlü işin sergilenmesi mümkün. Lakin hem küratörlerin deyim yerindeyse işlerinin tıkırında olması, hem de insanların fayda sağlayamayacağı şeylere ilgi duymaması sebebiyle yeni ve farklı etkinlikler göremiyoruz bence. Artık sanatla ilgilendiğini iddia eden psüdo-entelektüellerle karşı karşıyayız ve tek talepleri, gittikleri sergiye “gittiklerini”, kendi sosyal medya kanalları üzerinden duyurmak. Komşu alışverişte görsün misali yani. En azından benim denk geldiğim büyük çoğunluktaki eğilim bu yönde. Haberdar olmamaları imkânsız, ama gerçekten haberdar olmak istiyorlar mı, tartışılır.
Genç bir sanatçının yaşadığı zorluklardan bahsedecek olsak kendi adına neler söylersin? Senin ürettiğin alanda bir sanatçının kendini madden var etmesi için seçenekler neler? Bir tuval resmi sonuç olarak bir nesne ve madden satın alınabilirliği söz konusu. Ancak sizin tarz işlerde çalışmalarınızın satın alınabilirliği söz konusu mu? Ve gerçekleştirmek istediğin yeni projelerin varsa biraz bahseder misin?
Kendi çalışma ortamımdan yola çıkacak olursam, yaptığım işlerin satın alınabilirliği yine dijital çevreler üzerinden ilerliyor. Bir müzisyen, şarkısının tanıtımı için, video klibi için benimle çalışmak istiyor ya da internette bir kampanya başlatmak isteyen bir şirket, bir konsept dahilinde bir proje oluşturmak, beraber çalışmak için teklifte bulunuyor. Freelancer olarak çalışmaya daha elverişli bir alan dijital sanat. Tabii bu yetileri sadece prodüksiyon amaçlı kullanarak bir reklam/tasarım ajansında çalışmak da mümkün. Fakat ne kadar sürdürülebilir ve kişisel gelişime katkılı olur bilinmez.
Freelance olarak SONY, Google ve Polaroid gibi büyük şirketlere bağlı bir stüdyo ile çalışıyorum. Şu anda bir arkadaşımla beraber Slug Productions kurumsal kimliği altında kendi stüdyomuzu oluşturuyoruz. Bizim için çok geniş çaplı bir proje oluyor. Hem kendi adımıza, hem de şimdiden birkaç şirket ve sanatçı için senaryo ve konsept dahilinde çok kısa filmler yaratıyoruz. Şimdilik iyi gidiyor 🙂
Son soruda ise genç bir sanatçı olarak ülkemizdeki sanat ortamları halkında (edebiyat/resim/sinema gibi) görüşlerini merak ediyorum, ne dersin bu konuda?
Tepeden tırnağa köhnelik ve kokuşmuşluk, ne yazık ki. Ben bunu ülkemizde kendini sanat çevrelerinde konumlandırmış insanlarla ilişkilendiriyorum. Katı bir tekelleşme söz konusu ve bu tekelin üyeleri arasında nepotizme dayalı güçlü bir ilişki var. Sergilerin esame listelerinde, sinema salonlarında veya yayınevlerinin envanterinde sürekli aynı insanları görüyoruz ama çevrede başka sanatçılar olduğunu da biliyoruz. Sanata ilgi duyan insanlar, her türlü sanat kolundan ve sanatçıdan haberdar olabilirler, her bağlamda yapılmış işleri deneyimleyebilirler, ama küratörler ve karar verici kimseler bu veya şu sebeplerden ötürü konfor alanlarından dışarı çıkmak istemiyorlar. Kazanırken kazandırmayı istemeleri de cabası. O yüzden -kendi adıma- ülkemizdeki sanat çevrelerinin pek dikkate alınırlığının, dünya çapında bildiğimiz sanat çevrelerine bir denkliğinin olduğunu düşünmüyorum. Aynı durum sinema ve edebiyat alanları için de geçerli bence. İsmi olmayan, “sağlam” tanıdıkları olmayan insanların, anlatmak istediklerini kitlelere ulaştırması, sıfırdan başlayarak çok zor. Talebi de bu ortamların muktedirleri belirliyor. İnsanlar yeni ve denenmemiş bir şeyle karşılaştıklarında ilgi göstermemekle kalmayıp, lekelemeye kadar giden tepkiler veriyor. Bu yüzden pek umutlu değilim ülkemizdeki neşriyat çevreleri özelinde.
Söyleşi için Batuhan’a teşekkür ettim. O da bu söyleşi için için teşekkür etti ve selamını ekledi.
Batuhan Perker çalışmalarına ait linkler:
kotutohum.com
giphy.com/kotutohum