Yazan: Selma Cengiz
Zaman geçtikçe insanların kelimelere yükledikleri anlamlar değişime uğrayabilir. Bu kelimeleri, anlam iyileşmesi ve kötüleşmesi olarak ele almak mümkün. Örneğin “emek” kelimesi Eski Türkçe emge- “acı çekmek” fiilinden Ik sonekiyle türetilmiştir. Günümüzde ise “Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü.” anlamına gelen bir karşılık bulmuştur. “Yavuz” kelimesi için de aynı durum söz konusudur. Bu kelime Eski Türkçede “Yabız” kelimesinden türetilmiştir. Eski Türkçede “zayıf veya kötü olmak, kötüleşmek” anlamında kullanılan kelime, günümüzde “güçlü, yiğit veya mert” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Kimi zamansa kelimeler, insan zihninde öyle bir yer edinir ki kişiye has bir imgeye dönüşür. At Kafası da bu sayılarında kelimeleri, kendi zihinlerinin süzgecinden geçirerek yeniden yorumlamış. Şimdi bu kelimeler üzerinde yoğunlaşalım:
Kerterez adlı yazarın giriş metninde, kelimeler üzerinde kurduğu oyunlar gözle görülür bir şekilde kendini göstermekte. Girdap, rezalet, çalımlı, sade-ce, alay, arınma döngüsü gibi sözcükler metnin temel akışını sağlamış. Özellikle “girdap” kelimesi üzerinde yoğunlaşacak olursak bu kelimenin metnin temel önermesini sağladığını söyleyebiliriz. Yazarın tüm söyledikleri ve bildikleri nihayetinde bir girdaba dönüşüyor. Peki, yazarın girdap sözcüğünü metinde kullanmasıyla hangi anlamı kast ettiğine değinelim. Girdap sözcüğü, Farsça girdâb “su döngüsü” sözcüğünden alıntıdır. Farsça gard veya gird “dönen” ve Farsça âb “su” sözcüklerinin bileşiğidir. Yani su ya da hava akıntısının, önüne bir engel geldiğinde ya da karşılıklı olarak çarpıştıklarında çukurlaşarak, dönerek oluşturdukları çevrinti. Kelime, cümlenin anlamına daha çok olumsuzluk katmakta. Kelimenin bu söylediğimiz anlamı dışında halk ağzında kullanılan anlamları da mevcut: Yol dönemeci, dolaşık, burgu, yumurtası burulmuş koç, teke ve benzeri hayvan gibi anlamlarına da varabiliyoruz. Kerteriz’in giriş metninde umutvari kurduğu cümlelerinin hepsini bir su döngüsü içinde yitirdiğine şahit olabiliriz. Şehrin ışıklarını kıra kıra yürüyen bir neslin olması ve sonsuz akışın dipdalgasıyla alayına giden bir fırlayıştan bahsedilmesi -yazarın zihninde beliren bir arınma döngüsüyle birleşerek- bir bakıma “bilginin döngüde kaybolması” olarak girdabı, bize tanımlatabilmektedir. Girdap sözcüğü, bu metinde “bilginin döngüde kaybolması” şeklinde kullanılırken eski metinlerde hangi anlamlara geldiğini inceleyelim. Örneğin, 17. yüzyılın usta şairlerinden olan Neşâti, bir beytinde “girdap” sözcüğünü şu şekilde işlemiştir:
Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz
Mey-i zehrâb-ı sitem sâgâr-ı gerdânı bile
Neşâti’nin bu beytinde “girdâb-ı bela” şeklinde bir tamlama olarak kendisine yer bulan kelime, sevgilinin yokluğunda mecliste dönerek dağıtılan şarabın bir bela girdabına dönüşmesini anlatır. Sevgilinin olmadığı durumlarda şarabın zulüm zehri gibi gözükmesi ve mecliste sırayla sunulan şarabın şairin gözüne bir bela anaforu gibi gelmesi, su döngüsünün başka bir anlamda kendine yer bulmasını sağlar.
Hergele adlı yazarın hikayesinde ise bir tür geri dönüşlerin zincirlemesini görebiliriz. Olay bir kişinin bankta uyanmasıyla başlar. Karakterin adı belirsizdir. Hikaye, karakterin karşısına çıkan bir maymunun olaylar zincirini yaratmasıyla -bir tür gerçek-hayal çatışmasında- son bulur. Hikayenin son cümlesi, anlatılmak istenen düşünceyi bize verir: “De-ja-vu nedir, bilirsiniz. Ben bilmezdim. Öğrettiler bana. Maymun ettiler.” Karakter, bankta uyandıktan sonra evin yolunu tutar. Yolda bir maymuna denk gelir. Bu maymun, kafasına tırnaklarını geçirmeye çalışır. Karakterimiz ise maymuna eziyet ve hakaret eder. Hikayenin birinci kısmında maymunun kafasını ezer ve kendisini evinde uyanmış bulur. Hikayenin asıl kısmı bundan sonra başlar: Karakterin işe gitmemesi için iş yerini araması, iş yerindeki kişiye gerçeği söylemesi; fakat bu gerçek karşı tarafı tatmin etmemesi –burada, yazar, bir gönderme yapar- evin her tarafını maymunların sarması, evde yangın çıkarılması, itfaiyenin aranması, karakterin tutuklanması ve polisler tarafından alı koyulması. Hikayenin buraya kadar olan kısmından sonra olaylar tekrardan zuhur eder. Hikayenin başlangıcında maymuna yapılan tüm eziyetlerin hepsi şimdi, karaktere yapılmaktadır. İlk kısımda maymumun kişiye söylediği sözlerin hepsini, karakter, karşısındaki polise söyler. Hikaye, bir döngü etrafında tekrardan başa sarar. Sonunda ise aynı maymun gibi başı ezilir. Hikayede ne anlatılmak istenmesinden çok içinde geçen bazı kelimelerin tekrarlarının neye tekamül ettiğine bakarsak yazarın böyle bir kurguyu neden yarattığına dair birkaç çıkarımda bulunmuş olabiliriz.
“Kafa” sözcüğü hikayede farklı şekillerde kendine yer bulmuştur. “Kafa” sözcüğünü karşılayacak başka kelimeler de metinde mevcut: beyin, surat, baş gibi.
Kafa sözcüğünün metindeki yeri şöyledir: Baş dönmesi, beyni ezilmesi, rüzgarı suratında hissetmesi, suratına bakarak kahkahalara boğulması, kafaya geçirilen torba, kafaya geçirilen maske, kafa kırmaktan mahrum bir sistemde barınması, başı ellerinin arasında bedhbahça oturması, kafayı yemesi, kafayı yemeye müsait olması, maskede maymun suratı olması, kafaya geçirilen maske olması, herifin suratını görememesi, bulaşık suyuna kafalarını biraz olsun sokması, kafasını ezmek –ki birçok yerde geçer- kafa yormaya gerek olmaması, kafaya fırlatılmış bir yaratık olması, kafaya tırnaklarını geçirme, beyninde şüphe duyması.
Kullanılan bu sözcükler odağında, metinde tasarlananan düşüncelere dair birkaç çıkarım yapabilirz. Kafa, baş, zihin, surat, beyin gibi sözcükler bilinçaltının ortaya çıkardığı gizemi bize sunmakta birer araç gibidirler. Zaman döngüsüne zihnimiz karar verirken zamanın akış içinde değişen suratlarına ise toplumun içinde yaşayan insanlar karar verir. Bir varlığın karşı taraftan nasıl göründüğünü hem birey olarak hem de toplum olarak düşüncelerimizle yön verebiliriz. Düşünceler, bizim kimliğimiz gibidir. Metinde geçen polis ve itfaiyeci gibi topluma mal olmuş kişiler, karakter tarafından kendi görmek istediği şekilde mi yoksa bize dayatılan şekilde mi görülür? Bu durum aynı şekilde maymun karakterinin yaratılma süreci içinde geçerlidir. Yazar, maymunu hem bir insan hem de bir hayvan olarak almasındaki sebeplerden biri “surat” –bu bize dayatılanı olduğu gibi kabul etmektir ve büyük bir zayıflık göstergesidir- İkincisi ise “kafa”, “beyin” gibi yalnız bize ait olan –bedende varolmuş- organların kendi kontrol mekanizmalarıyla empati kurarak yaşanılan anların tekrardan zuhur etmesidir. Yani bizim varoluş dediğimiz zincirin tekrardan başa sarmasıdır. Yaşanılan olayların etrafında hissedilen acı, intikam, öfke, eziyet gibi duygular bizi hem “maymun” eder hem de deliye döndürür. İkisini de yaşayan bizizdir. Kendi kimliğimiz ve içinde kaybolmuş bedenimizdir.
Turuncu Akşam şiirine baktığımızda ilk göze çarpan “Madam Pera” olacak. Madam Pera bir şahsı mı işaret ediyor; yahut şair, bir imgelem içinde başka bir anlamı mı çağrıştırıyor? Pera sözcüğü Yunancada “öte/ötesi” anlamına gelir. Bunun dışında İstanbul alınmadan önce Galata surları dışında pek bir yerleşim yoktu. Mezarlık, bağ ve tarlalarında arasında manastırlar bulunurdu. Keşişler, inzivaya çekilmek için buralara gelirlerdi. Bu bölge, geçmişte “öte/karşıyaka” anlamına gelen “pera” ya da “peran bağları” olarak bilinirdi. Türklerin ikamet için Tophane’den Kasımpaşa’ya ve Pera’ya kadar uzanan yeri yerleşke olarak kullanmaya başlamalarıyla Beyoğlu’nun tarihi başlamış olur. Ayrıca İlhan Berk’in “Pera’nın Eski Bir Sokağında” şiirini hatırlamakta fayda var: Bir ses seninle aynı yarımadadayız diyor/Ve yitiyor sonra Pera’nın eski bir sokağında/ Pera’nın eski bir sokağını tepiyorum ben böyle her akşam/Her akşam tabanımda senin çamurun
İlhan Berk “Pera’nın Eski Bir Sokağında” adlı şiirde Pera’yı bir mekan olarak ele almış. Fakat Pera’nın farklı sokaklarında dolaşırken tabanında, sevgili çamuruyla bu eylemi gerçekleştirmesi, şairin Pera’yı yalnız bir mekan değil; “mekan-sevgili” bağlamında da ele aldığını düşünebiliriz. “Turuncu Akşam” şiirinde ise şair, şiirinde bir kadına seslenmiş olsa dahi büyük bir medeniyete ve mistisizme de seslenmiş olduğunu görebilmekteyiz.
Şiirde tenasüp sanatının tam manasıyla uygulandığını görmek de mümkün. Gece, çöl, akşam, Fas, toprak, kum, serap kelimeleri kendi içinde uygunluk gösterirken; dünya, ölüm, yalnızlık, aşk, yaşam kelimeleri kendi içinde bir uygunluk oluşturmuştur. Doğaya ait olan sözcüklerin uyumu da şiirde kendini yer bulur: karanfil, çiçek, fırtına, elma, ağaç, meyva, yağmur…
Şarap, karanfil ve elma sözcüklerinin renk itibariyle “kırmızı” olması ve “gecenin bütün renkleri koynuna topladığı için” mısrasıyla bütünleşmesi “aşk”a yani ateş ile birleşen “başkaldıran aşk”a dönüşür –ki “şarap” sözcüğü de divan edebiyatının vazgeçilmez unsurlarından bir tanesidir.-
Şair, yaşamın izlerinden bahsederken bir yandan insanın pek bulunmadığı “çöl” mekanına yolculuk etmiş. Bir bakıma tüm olay çölde başlamıştır: “Turuncu bir Fas akşamına koşmak başka bir dilde konuşmak sayılır” mısrası bunun bir göstergesidir. Kazablanka’ya dek uzanan serüven ise dünyanın döngüsünü, sevgilinin arayışını belirtir.
Şiirde en belirgin renk ise “turuncu”dur. Gerek kırmızı gerek şehrin renkleri, görünmez oluverir. Şiiri okurken zihnimizde turuncu rengin tüm tonları canlanmaktadır. Turuncu rengin gizemini, bize, Doktor Avalanche açıklasın.