Neo Beat, yaptıkları etkinlikler ve kitlesel buluşmalarla, durumla hiç alakası olmayan kimselerde bile merak uyandıran, alanları açık, görünümü açık bir topluluk. Bugüne kadar hareket tarzları ve kültür yaklaşımıyla temas ettiği toplamlarda etkileşim yaratan ve inşa ettikleri yapıya birçok eleştiriler de yöneltilmesine karşın bir şekilde yoluna devam eden Neo Beat yaz sonunda yayınladığı OpRefugee bildirisiyle, alışık olduğumuz duruşlarından farklı bir yöne evrildiklerini (evrileceklerini) ilan ettiler. Her ne kadar birliktelikleri devam edeceği söylense de, 6:45 yayıneviyle son dönemde giriştikleri iş birliği sonrasında böyle bir değişime gidilmesi ve yeraltına yöneliş, uluslararası boyutta bir kapsamı işaret etmelerine rağmen bütüne dair kafalarda bazı boşluklar oluştu. Merak edilenleri sormak adına Ufuk S. Yüksel (enjolras) ile bu röportajı yapıyoruz. Kendisine bu süreci ayrıntılarıyla anlattığı için çok teşekkür ederiz.
Yukarıda da yazdığım ve bildiğimiz üzere Neo Beat, 50’lilerde Amerika’da başlayan, oradan da dünyaya yayılan Beat kültürünü referans alıp, algı toplamını bunun üzerine kuran, yer yer kendince günümüze uyarlayan bir toplam. Kültürün takipçileri tarafından eleştiriler alsa da, pratikler üzerinden gittikçe kitleselleştiği bir gerçek. Sosyal ağlar üzerinden birçok mikro oluşumu da içine katarak, bilindik tarzıyla yürüyüşe devam ederken bir anda OpRefugee çıktı ve “artık yeraltı” dendi. Bu aşamaya gelişinizden biraz bahseder misiniz? Neo Beat’te değişen ne? Ne gibi gereksinimler veya yaklaşımlar sizi bu aşamaya getirdi? Bu yeni yapıdan beklenen nedir?
—
Bunu cevaplamak için öncelikle Neo-Beat’in ortaya çıktığı dönemde Türkiye’nin ve dünyanın sosyokültürel arka planına bakmak gerekiyor. Her ne kadar reelde ve siber boyutta ilk kez 21 Mart 2013’te dile getirilse de pratikte Neo-Beat’in kökenleri 2008-2009 döneminin Ankara’sına dek uzanıyordu. O dönemin Ankara’sı bir kelebek etkisinin başlangıcındaydı. Gri şehrin sokaklarında yürürken bile bir şeyin yaklaşmakta olduğunu -bu şeyin henüz ne olduğu netleşmemiş olsa da- görebiliyordunuz. Konumu nedeniyle denize çok uzak, başkent olması nedeniyle her zaman çok politik ve 60’lardan bu yana hep protest bir duruşa sahip olan bu şehir, kültürel açıdan 2008-2009 döneminde zirveye ulaştı ve sabaha kadar canlı akımın durmadığı barlarda her gece yarısı yeni bir fantastik proje dile getirilir oldu. Adı koyulamasa da o dönemlerde hepimizi birleştiren bir şey vardı Ankara’da, burada söz konusu olan sadece kapitalizm, devlet ya da bürokrasiye karşı olmak değildi, kozmik bir bulantı vardı ve her şeyin nihai formuna -bunu dile getirmek çok garip olsa da- orada ulaşacağını hissediyordunuz. İşte Neo-Beat’in kökenleri bir anlamda Ankara’daki bu ütopik döneme dayanmaktaydı. Dolayısıyla 21 Mart 2013’te Neo-Beat birdenbire yüzeye çıktığında, o dönem kurulan bağların da etkisiyle özellikle Hacettepe, ODTÜ, Gazi, Ankara Ünv. gibi üniversitelerde güçlü bir destek vardı. Ne var ki o dönemin Neo-Beat’i büyük oranda Ankara’ya yoğunlaşmış, reeldeki bağlar ve üniversite çevreleri üzerinden yayılan bir yapıydı. 21 Mart 2013’ten 2014 yazına kadar özellikle dışarıya açık bir buluşma çağrısının olmaması o dönemki vizyonu yansıtmaktadır. O dönem Neo-Beat tümüyle yeraltında kalmayı seçen bir yapıydı. Burada sorulması gereken soru daha çok şu olmalıdır? Ne oldu da 2014 ortalarında Neo-Beat Ankara’da merkezileştiği noktadan diğer şehirlere açılma ve seri buluşmalar, komünler ve festivaller düzenleme projesini gündemine aldı?
Buna kısaca şöyle cevap verebiliriz: Kadıköy! Bütün bu süreç boyunca Beat kültürünün Türkiye’de en yakından tanındığı yerden, Kadıköy’den Neo-Beat’e yönelik çok güçlü bir çağrı geldi. Bunu İzmir, Antalya, Bursa, Eskişehir gibi diğer şehirlerin çağrıları izledi. O dönemde Türkiye’de Beat literatürüne ulaşmak çok kolay değildi, Türkçe kaynaklar çok sınırlıydı ve çoğu kitapçıda Beat Kuşağı literatürü hiç bulunmuyordu. Dolayısıyla ortada büyük bir bilgi kirliliği vardı. Çakma hipster kültürünün, birkaç Hollywood filmine öykünerek oluşturulmuş içi boş-biçimci bir yeraltı(!) kültürüyle birleşmesiyle ortaya garip-saçma-absürt bir underground kültür çıkmıştı. Herkesin benzer biçimde giyindiği, klişe sözlere, ucuz hedonizme ve birbirinin aynısı repliklere dayalı, varoluşçu felsefeyle, Zen’le ya da Dostoyevski’ye kadar uzanan gerçek yeraltı edebiyatıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bu absürtlük, bir şekilde Kadıköy gibi kurtarılmış bir bölge üzerinde büyük etkiye sahip olabiliyordu. Altın çağını 90’larda yaşayan Kadıköy, bu çakma underground kültürün saldırısıyla içeriğinin boşaltılması tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Benzer tehdit İzmir, Eskişehir ve Antalya gibi görece gençliğin yoğunlaştığı diğer kültürel merkezlerde de geçerliydi ve Pop kültürü gittikçe bu bölgelerde güç kazanıyor, bir virüs gibi yayılıyordu. 2013 Ankara’sı da benzer biçimde büyük bir çöküş içerisindeydi. 2009’da yaşadığı zirveden sonra Ankara her yıl biraz daha geriye gitmiş ve artık neredeyse eski önemini kaybetme noktasına gelmişti.
İşte bu noktada Neo-Beat bir konuda karar vermek zorundaydı. Ya eskisi gibi tümüyle dışarıya kapalı bir yapıyı devam ettirecek ya da gelinen bu kırılma noktasında metropolleri kurtarmak ve kültürel açıdan çöküşü durdurmak için agresif biçimde birer birer bu noktalara gidilerek, Beat çılgınlığı sokaklara taşınacaktı. Deformasyonun ciddi düzeye geldiğini ve Beat kültürünün de çakma underground kültür tarafından deforme edilmeye çalışıldığını gördüğümüz için biz ikinci yolu seçtik. Ve ilki Kadıköy’de olmak üzere yaklaşık 2,5 yıl sürecek seri buluşmalar dönemi başladı. Bu süreç yapısı gereği çok karmaşık bir dönemdi ancak her şeye rağmen bu dönem ortaya koyduğu etkinliklerle Neo-Beat yüz binlerce kişiyi Pink Floyd’la, Sartre’la, Jim Morrison’la, Heidegger’le, David Lynch’le, Andy Warhol’la tanıştırmayı başardı. Özellikle Kadıköy’de Neo-Beat’in karşılanışı çok coşkulu oldu, 21 Şubat 2015’teki Jim Morrison Gecesi’nde bu enerji sokağa taşacak, yüzlerce kişiyle Kadife Sokak’a girilecek, oradan Moda’ya dek uzanan hat boyunca sokaklarda Çare Rock’n’Roll, çare Neo-Beat çığlıkları yankılanacaktı.
Beat literatürüne olan ilgi bu etkinliklerden sonra inanılmaz düzeyde arttı. Kozmos-yol-arayış temaları doğrudan müziğe de yansıdı. Yasemin Mori, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Gaye Su Akyol ve diğerleri bu temalar üzerinden albümler çıkardılar, bu tema üzerine fanzinler çıkarıldı, yolla ilgili yeni romanlar yazıldı ve ülkenin geneline yayılan bir otostop ve kamp çılgınlığı, Türkiye’nin en uzak şehirlerine dek ulaştı. Her şeyin ötesinde yeni bir dil oluşmuştu… Satürn, Hector, kozmos, arayış, Yolda Projesi ve yüzlerce metafor üzerinden hepimizi birleştiren yeni bir dil biçimleniyordu. Yüzlerce otostop grubu kuruldu. Bunların hepsini elbette biz başlatmadık ama Neo-Beat’in odak noktası burada zaten kitleselleşmek değil bir kelebek etkisi başlatmaktı. 2014-2016 döneminde bu kelebek etkisinin oluşmaya başladığı görülüyordu. Kozmos teması üzerinden gündelik siyasetin ucuz sınırlarından kurtularak kendini Satürn vatandaşı olarak tanımlayan daha evrensel insanlar ortaya çıkıyordu, yol teması bulantıyı ve distopyadan kaçışı temsil ediyor ve bu arayış burjuva kapitalizminin statik yaşantılarından arınma olanağı sunuyordu. Sonuç olarak bu uzun süreç boyunca Neo-Beat olarak 6-7 yıla yaydığımız hedefleri yaklaşık 2,5 yıllık dönemde gerçekleştirdik ve sonrasında -Sauron’un gözü metaforuyla tanımlarsak- tekrar asıl meselemize döndük. Dolayısıyla OpRefugee, Neo-Beat’in tekrar ait olduğu yere geri dönüşüdür ve bir anlamda bu ülke için ütopik 2013 sonrası dönemde inisiyatif alan ve metropollerin kültürel açıdan çöküşünü durdurmak için sahaya inen Neo-Beat’in gerekeni yaptıktan sonra tekrar temel meselesine dönüşüdür. Şüphesiz bu “temel mesele” salt Türkiye’den ibaret olamaz, belki bu gezegenin de ötesindedir. Bu nedenle OpRefugee ilerleyen yıllarda daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Özetle, OpRefugee daha Neo-Beat’in ortaya çıktığı gün, 21 Mart 2013’te planladığımız bir şeydi.
–
Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu, bugüne kadar açık olan görünürlüğün sınırlandırılması. Tabii bu düşünceme katılır mısınız bilemiyorum ama bu meşru topluluk hali aynı zamanda sizi katılımcı anlamında besleyen en önemli faktördü. Kemik bir örgüt yapısından ziyade giriş çıkışların ve temas noktalarının daha serbest olduğu bir duruş. Şimdi bu aşama sonrasında kanaatimce, tüm yapının dönüşümü söz konusu. Göründüğü kadarıyla, bu güne kadar grubun kurgulanış biçimi bu değildi. Belki bir komün çağrısı her zaman vardı ama buluşmalarla sınırlı kalan bir haldeydi. Bundan sonra olayın evrimi sizce nasıl bir hal alır?
—
Bu dönüşümü açıklamak için Neo-Beat’in geçtiği evrelere bakmak gerekiyor biraz da… 4 yıllık bir süreç içerisinde Neo-Beat merkezine çok farklı gündemleri aldı ve bunu gerçekleştirirken sürekli kendi literatürünü de yeniden oluşturmak, süreci tersine çevirerek teoriyi pratikten üretmek esastı. Bu bir anlamda hardcore-diyalektik bir duruştu.
Söz gelimi, Neo-Beat’in sadece yeraltında olduğu 2013 döneminde, elbette bugünkü siber güce ya da farklı şehirlere uzanan etki söz konusu değildi. Ancak daha o dönemde Neo-Beat Hacettepe Üniversitesi’nde 400 kişi toplamayı başarmış ve sosyal medyanın dönüşümü üzerine bir zirve düzenlemişti. Ankara’da 6 üniversiteden 9 öğrenci topluluğu doğrudan Neo-Beat’i destekliyordu. 2014 döneminde ise Neo-Beat’in gücü daha farklı bir alana kaymıştı. Siber boyuttaki üretimlerin etkisiyle hızla çoğalan ve Neo-Beat’i bir akım ya da felsefe olarak yaşamının merkezine koyan, birbirini hiç tanımasa da sosyal medya üzerinden yazılan kolektif şiirlerle, hashtagler üzerinden aktarılan üretimlerle bir anlamda birbirini bulmayı başaran insanlar ortaya çıkmıştı. Bu dönemde Neo-Beat fazlasıyla gizemliydi ve Neo-Beat artık salt üniversite topluluklarındansa Türkiye’nin ve dünyanın farklı şehirlerine yayılmış bu insanların, sanki yıllardır birbirini tanıyormuş gibi ortaya koyduğu üretimleri daha çok önemsiyordu.
2015 yılında Yolda Projesi’nin başlaması ve Satürn Komünleri’nin kurulmasıyla yeni bir evreye geçildi. Bu dönemde hemen hemen her buluşmaya beklentinin çok üzerinde katılım olmuştu ve Neo-Beat gizli bir efsane gibi hızla yayılıyordu. Bu enerji, metropollerle sınırlı kalamazdı. Bunun için bu dönemde simgesel bir kurtarılmış bölge olarak ilk defa Olympos-Adrasan bölgesindeki Holy Antalya Koyu’na çıkarma yaptık ve orası Satürn Komünü’nün sembolü haline dönüştü. Bu dönemde toplamda makro ya da mikro boyutta 300’den fazla buluşma düzenlendi, çılgınlık öyle yayılmıştı ki artık kaydını biz bile tutamıyorduk. Türkiye’nin hemen hemen her şehrinden Beat çevrelerinin kurulması için istekler geliyordu ve bu girişimlere destek veriyorduk. İşte Neo-Beat’i Neo-Beat yapan bu insanların, bu uzun süreç boyunca büyük bir adanmışlıkla -kendilerini ortaya koyarak- Neo-Beat’i hem tanımlamaları hem de onu dönüştürmeleridir. Neo-Beat’in özü işte bu kolektif enerjidir, ortak paylaşımlardır.
2017 yılına gelindiğinde ise artık apayrı bir boyut söz konusuydu. Kanımca Neo-Beat’in de en güçlü olduğu dönem bu dönemdir. 2017’de Neo-Beat bir anlamda felsefi açıdan olgunluk dönemine ulaşmış, Türkiye’de ve Türkiye dışında kurduğu çok karmaşık bağlantılar yoluyla, çok farklı üretimleri ve projeleri aynı anda sürdürebilir bir noktaya gelmişti. İşte bu noktada büyük bir tehdit de ortaya çıkıyordu. Yükselen her hareketin, akımın ya da felsefenin sonu, bir anlamda kendi içinde başlayan yozlaşma nedeniyle olmuştur. Bu kadar karmaşık ağlar, birimler, topluluklar üzerinde yükselen bir yapının, Pop kültürü tarafından yozlaştırılma riski bulunuyordu. Bu dönemde pratikte de Pop kültürü ve çakma underground kültür içerisinden Neo-Beat’i deforme etme ve içeriğini boşaltma adına ciddi girişimler gelecektir. Ve yine aynı nedenle her zaman underground boyutta olmayı önemseyen Neo-Beat yeri geldiğinde kitleselleşmeyi durdurma pahasına bu saldırıları durdurmuştur. Benzer biçimde bu dönemde, Neo-Beat’in de etkisiyle çok sayıda otostop ağı kurulmuş, doğrudan bizimle organik ilişkisi olmayan bu yapılar (hatta bir kısmı çok kitleselleşmiştir de) sadece belli etiketleri alarak Beat kültürünün içeriği boşaltmaya ve bir otostop goygoyculuğu altında yol deneyimini amacından saptırmaya başlamışlardır. Neo-Beat bu klon oluşumlarla hiçbir zaman savaşmayı seçmemiştir, çünkü biz her zaman saldırmaktansa üreten taraf olmayı seçmiştik ve uzun vadede tartışmaların, karalamaların ve spekülasyonların geçici; üretimlerin ise kalıcı olduğunu biliyorduk. Ancak bu klon oluşumların yol deneyiminin içini boşaltması bizi artık fazlasıyla rahatsız ediyordu.
Bunun yanında 2015 sonrası dönemde Kadıköy, Kızılay, Alsancak gibi noktalar üzerinde baskı çok yoğunlaşmış ve dolaylı yoldan fiyat artırımı yoluyla içki yasağı gelmişti. Taksim ve Kızılay çökmüştü, Kadıköy ise yalpalasa da ayakta kalmaya çalışıyordu. Bu koşullarda metropoller eskisi kadar Neo-Beat için elverişli görünmüyorlardı. Bu dönemde ülkede yayılan umutsuzluk salgını ve bireylerin artık ülkeden ve mücadeleden umudu keserek edebiyat-aşk-kişisel deneyim odaklı daha bireysel bir yaşantıya yönelmeleri ülkeyi kültürel açıdan büyük bir çöküşe sürüklüyordu. Bu gelinen noktada Neo-Beat için artık Kadıköy’de 600-700 kişiyi bir araya getirmenin ya da zorunlu olarak bir festivalde ya da bir mekanda yüzlerce kişi toplamanın eski düzeyde önemi yoktu. Sorun artık daha çok yapısaldı ve bu açıdan bir anlamda temel meselemize dönmemiz gerekiyordu. 2013’te Neo-Beat Türkiye’de daha ilk ortaya çıktığı günlerden itibaren hedefimiz zaten bu akımı Avrupa’ya, Uzak Doğu’ya ve Atlantik’in diğer kıyısına taşımak olmuştu. Son dönemlerde oradan da güçlü bir çağrı geldiğini görüyor ve zamanın geldiğini duyumsuyorduk. Bir anlamda Neo-Beat’in bu kültürün en merkezi noktasına, New York City’e uzanma zamanı gelmişti. Böylece, OpRefugee’yle 2 yıllık bir geçiş evresinin ardından Neo-Beat bileşenlerinin önemli bir kısmını bu noktalara taşımak için hazırlıkları başlatacağız. Bundan sonraki süreçte daha küresel bir Neo-Beat’ten bahsedeceğiz. Lakin bu 2 yıl sürecek geçiş dönemi boyunca Neo-Beat büyük oranda yeraltında kalacak. Bu süreçte siber boyutta makro projeler devam edecek. Prensip olarak bu projeleri tamamlanana kadar gizli tutacağız.
–
Neo Beat’te bakıldığında, topluluğu yönlendiren kişiler için söylenemez ama genele bakıldığında bir nitelik eleştirisi her zaman yapıldı. Beat’in popülite edildiği (-ki Beat Kuşağının özünde bu popülite her zaman vardı) ve bunun da başka bir kültür popülizmi olduğu söylendi. Genele açık yapısı üzerinden bazı eleştiriler aldı. Kaldı ki; etkinliklerin tasarlanış biçimine bakıldığında, çıkan fanzinler, kitaplar, web site makaleleri üzerinden bir şeyleri anlatma ve yayma çabasına rağmen… Bu konu hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum.
Burada genel olarak odaklanılması nokta şu ki; zaten en başından beri ortaya çıkış manifestosunda da dile getirildiği gibi: “Neo-Beat’in kitleselleşmek gibi bir amacı yoktu ama Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına referansla kendiliğinde büyümesine de engel olunmayacaktı. Burada en saf tabiriyle temel matematiksel hesaplamalar ve fizik yasaları geçerli olacaktı ve bilimsel bir kendini açma süreci -ya da deneyi olarak- sürecin kendini gerçekleştirmesine engel olunmayacaktı. Zaman geçtikçe her teori, kendini sabit bir konumda belirlediği ölçüde gericileşir. Zamyatin’in Biz’de dile getirdiği gibi “Devrimlerin sonu yoktur. Son devrim çocuklar içindir.” Dolayısıyla Neo-Beat’in yıkıcı bir yaratma süreci içinde olması gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında 2015 yılında kusursuz görünen etkinlik formları, 2017’de Neo-Beat paradigmasından bakıldığında eksik kalabiliyordu. Çünkü konjonktür çoktan değişmişti. Satürn Komünleri’nde özellikle bazen günlerce süren forumlarda teorik açıdan Neo-Beat bütün boyutlarıyla sürekli gözden geçirildi. Bu komünler, felsefi ve bilimsel açıdan çok kapsamlı içeriğin gözden geçirildiği, bir anlamda Neo-Beat’in teorik açıdan kendini oluşturduğu alanlardı. Dolayısıyla böyle kapsamlı bir özeleştiri sürecinden geçen Neo-Beat sürekli kendini dönüştürdü. Bu noktada OpRefugee geçmişin değerlerinin yeni bir formda sil baştan tanımlanışıdır.
Bu süreçte pek tabii ki Neo-Beat’in neredeyse kusursuz gerçekleştirdiği açılımlar olduğu gibi eksik kaldığı noktalar da olmuştur. Eksik kaldığı noktalar arasında şüphesiz en başta kendi maddi temellerini oluşturmaması gelmektedir. 4 yıl boyunca Neo-Beat bütün bu üretim süreçlerinde anlık olarak ve çok düşük düzeyde gönüllü katkılarla kendini finanse etmiştir (bu katkıların toplamı da bugün bakıldığında komik düzeyde düşük bir meblağdır) ve komünleri her zaman ücretsiz tutarak, parasal kaynak oluşturmayı hep gündem dışı tutarak, ütopik komünal paylaşımcılığı öne çıkarmıştır. Bu kuşkusuz Neo-Beat’in kapitalist sistemi reddedişinden ileri gelmekteydi. Neo-Beat ulaştığı kitleselliği maddi kaynaklar oluşturmak için kullansaydı çok daha fazla güçlenebilirdi. Lakin o zaman sistemin bir parçası olacaktı. Bu nedenle denilebilir ki Neo-Beat’in en zayıf yanı aslında en büyük gücü olmuştur. Bugün geriye baktığımızda Neo-Beat’in gerçek anlamda kapitalist bir sistemde -onu ve onun araçlarını reddederek- ayakta kalmayı başardığını görüyoruz. Bu nedenledir ki bir döneme, komünlere, festivale, kolektif otostop deneyimlerine, sahip olduğu her şeyi hiç düşünmeden paylaşabilen, özel mülkiyeti reddeden bir gelenek damgasını vurmuştur.
Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz gerçeklik gezegeni distopik bir alan haline getirmiştir. Çöküşün en şiddetli olduğu yerlerden biri de Türkiye’dir. Metropoller kültürel açıdan içeriği boşaltılmış absürt yerler haline gelmiş, Batı ve Doğu arasında sıkışıp kalan Türkiye 2013’te Gezi’de ulaştığı zirveden sonra, tepetaklak çakılarak büyük bir bozulma içerisine girmiştir. Bu noktada Neo-Beat yeni bir varoluş biçimi bulmak zorundaydı.2015-2016’da bu kültürü tanıtma ve gerçek underground yaşam formlarını gösterme noktasında şehir buluşmaları önemliydi. Ancak bunların sürekli tekrarlanması, bir süre sonra bir tekrara ve yozlaşmaya neden olabilirdi. İkinci bir etken olarak Neo-Beat’in önceliği birbirinden habersiz biçimde ülkenin çok farklı noktalarına yayılmış insanların birbirini bulmasına yardımcı olmaktı. Bu süreçte, bu açık ki gerçekleşti ve etkinliklerin devam etmesi Neo-Beat’in önlenemez biçimde çok kitleselleşmesine neden olacaktı. Bu kitleselleşme, dolayısıyla Pop kültürüne dair elementleri bu yapıya taşıyarak, kalabalık ama hardcore düzeyi azaltılmış bir Neo-Beat ortaya çıkaracaktı. Bu da bizim kesinlikle arzu etmediğimiz bir durum olacaktır. Keza bugün de baktığımızda görüyoruz ki, bu ruhu gerçekten taşıyan birkaç kişi, bazen binlerce kişiye bedel olabilmektedir. Underground kültürün dönüşümünde sayılar önemsizdir. Beat Kuşağı da ilk ortaya çıktığında Amerika’da Kerouac, Ginsberg, Cassady, Snyder ve Burroughs gibi küçük bir arkadaş grubundan fazlası değildi. Lakin bu birleşmeden görkemli 60’lar doğmuştu.
Sonuç olarak 2015-2016 dönemindeki yoğun etkinlik takvimi amacına ulaşmış, kitleler Neo-Beat felsefesini tanımış, birçok insan melankolisinden çıkış yolunu, yolda ilerlediği yoldaşlarıyla sonsuz Arayış’ın ardında bulmuştur. Dolayısıyla bu insanlar, artık kendi yollarını çizmelidir. Neo-Beat tek tek bu insanların Arayış’ından yeniden tanımlanmalıdır. En baştan bu yana bürokratik yapılar ve bir merkez oluşturmaktan kaçınsak da görüyoruz ki birçok defa insanlarda birilerinin onlara yol göstermesi, birilerinin çağrı yapması gibi bir beklenti oluşmuştur. Ama bu noktada artık bir yol göstericinin olması gerekmiyor. Bu nedenle herkese kendi Beat deneyimini bireysel ve kozmik açıdan yeniden tanımlama ve kendini değiştirirken de gezegeni hep birlikte dönüştürme çağrısı yapıyoruz. Ortada bir plan yok, hiçbir zaman da olmayacak. Lakin Satürn -bir gün fısıldarsa- ona karşılık verecek kişiler olduğunu ve yalnız olmadığımızı bileceğiz.
–
Son olarak 6:45 Yayınevi hakkındaki düşüncenizi merak ediyorum. Her ne kadar ülkemizde yayınevi olarak, zamanında farklı işlere imza atmış, yayınlarıyla alternatif kültüre yön vermiş bir yer olsa da gelinen noktada hala aynı enerjiyi yaydığını düşünüyor musunuz? İyi kitaplara sahip olsalar da, söylediğiniz yeraltı toplamını besleyecek yayınların çıkacağını, arayış içinde olan kimseleri, varsayılan ruhuyla kapsayacağı düşünüyor musunuz?
—
6:45’in underground kültürdeki yerini 90’ların Kadıköy’ünden bağımsız okuyamayız. Nasıl ki Ankara’da 2008-2009 döneminde bir tepe noktası, beklenmedik bir uyanış yaşandıysa, Kadıköy’ün altın çağı da 90’lar olmuştur. Moda, Rıhtım, Bahariye, Yeldeğirmeni arasındaki bu “adacık” tıpkı NYC’deki Greenwich Village gibi Türkiye’de bir kültür rönesansının merkezi olacaktı. 6:45’in burada oynadığı önemli rol, dar çevreler tarafından bilinen underground kültürü dönemin fenomeni olan Kaybedenler Kulübü’yle çok geniş kitlelerle tanıştırmasıydı. Bu nedenle kanımca 6:45’e salt bir yayınevi olmanın ötesinde, radyo-edebiyat-sinema gibi farklı parçaları bir araya getiren bir oluşum olarak bakmak gerekiyor. Daha önceki sorularda Neo-Beat için dile getirdiğim gerçeklikler, bu noktada 6:45 için de geçerlidir -ki keza Kaybedenler Kulübü’ne nasıl katılabilirim sorusunda açığa çıkan eğilimde olduğu gibi (Aslında bir kulüp yoktur).- 90’lar sonrası 6:45’in dönüşümü ve Kaybedenler Kulübü’nün yayınını durdurmasıyla başlayan geçiş süreci, yeni filmle sanıyorum ki daha iyi anlaşılacaktır. Yeni filme damgasını vuracak olan yol teması, biraz da bu dönüşümün göstergesidir. Güneyde, ütopik bir nokta olarak Olympos, bizim için en başta İstanbul’dan ve Pop kültüründen kaçışı temsil ediyordu. Önümüzdeki yaz yeni bir Olympos çıkarması başlayabilir.
Neo-Beat özünde Türkiye’de underground kültürün yükseldiği dönemde değil, çöktüğü dönemde ortaya çıkmıştır. 90’ların Kadıköy’ünde ya da 2008’in hemen öncesinde Kızılay’da ortaya çıksa idi kuşkusuz her şey daha kolay olacaktı. Bu dönemde Neo-Beat’in önceliği; underground kültürün önce deformasyonunu önlemek, sonrasında da 2000’lerin başında gittikçe azalarak yok olan underground kitleyi yeniden canlandırmaktı. Bu noktada en büyük sıkıntı kendini underground olarak konumlandıran unsurların artık üretmeyi bırakıp fraksiyonlaşma noktasına gelmesi ve spekülasyonlarla birbirlerini yok etmeye çalışmalarıydı. Burada kabul etmek gerekir ki underground kültürün Türkiye’de algılanan biçimi fazlasıyla negatif ve yıkıcı olmuştur. Türkiye’deki underground çevrelerin önemli kısmı Zen’in iyimserliğini ve varoluşçuluğun kucaklayıcı duruşunu hiçbir zaman anlamamış tümüyle biçimci bir noktaya evrilmişlerdi. Bu nedenle 6:45’i ve Neo-Beat’i yorumlarken bu unsurların deformasyon çabalarını parantez içine almak ve büyük resme bakmak gerektiği düşüncesindeyim.
Yayıncılık konusuna gelirsek, internet devrimiyle klasik anlamda basım mekaniği de değişime uğramıştır. Artık bloglar, web siteleri, applicationlar üzerinden her türlü materyalin dağıtımı mümkün hale gelmiştir. Mesela bu noktada Fanzin Apartmanı’nın öncülüğünü yaptığı fan-kit projesini ilerici ve daha da yayılması gereken bir adım olarak görüyorum. Kanımca edebiyatın geleceği de artık fan-kitlerde yatıyor. Artık klasik anlamda yayınevlerine tek tek dosya göndermek ve feedback beklemek yerine olması gereken, yazdığı şeyi yayımlatmak isteyen herkesin -hiç beklemeden- bu kanallar üzerinden direkt yazdıklarını paylaşmasıdır. Aaron Swartz’un Açık Erişim Manifestosu’na referansla bilginin dağıtımının internet üzerinden ücretsiz olması gerektiği kanısındayım. Kendim de öncelik olarak bu süreçte beatkusagi.com gibi platformlar üzerinden doğrudan yazdıklarımı aktarmayı seçiyorum. Geçmişte 6:45 de bazı dosyaların pdf olarak ücretsiz dağıtımını sağlamıştı. Neo-Beat-6:45 iş birliğiyle çıkacak İnternet temalı yeni kitapta da siber devrim üzerine kapsamlı okumalar olacak. Bu dönüşüm 6:45’in ve Neo-Beat’in siber devrimi çok yakından izlediğini göstermektedir.
Yayınların daha fazla kişiye ulaşması adına 6:45 Neo-Beat kitap serisi devam edecek. Lakin buna paralel yeni kurduğumuz Cyber-W kanalları üzerinden olabildiğince geniş içeriği bütün ağlarımızdan ücretsiz olarak dağıtmaya devam edeceğiz. Yayıncılığın evrildiği bu yeni noktada Neo-Beat olarak önceliğimiz bu üretimlerin olabildiğince fazla kişiye ulaşmasıdır. Ve evet, bütün Neo-Beat yayınlarının korsanını basıp dağıtmakta özgürsünüz.
–
Yukarıda konuştuklarımıza dair eklemek istedikleriniz var mı? Belki yeni etkinlikler, yayınlar üzerinden birkaç bilgi paylaşırsınız.
–
Şu an devam eden Neo-Beat Band’in yeni albüm projesi var. Route 66 ve Siber Devrim’le ilgili yeni kitaplar gelecek. Cyber-W’nun şu an açıklamayacağı makro bir projesi var. Bu alanda da çalışmalar sürüyor. Reelde ise artık odağımız büyük oranda OpRefugee olacaktır. 2018 içerisinde festivallerde, Kadife Sokak’ta ya da Kızılay’da hiç beklenmedik bir anda Neo-Beat’i görebilirsiniz. Artık bunlar büyük oranda plansız gelişecek ve yine büyük oranda sokağa ve kaldırımlara yönelik olacak. Mart 2018’de Neo-Beat’in 5. yılında büyük bir kutlama için Kadıköy’e, Kadife Sokak’a inebiliriz. Bu konuda detayları yakında açıklayacağız.
Oi Va Voi’nin “Refugee”sinde de söylediği gibi:
Asla umudumuzu kaybetmeyeceğiz.
1789 Fransız Devrimi, Marat’ın çıkardığı bir fanzinden doğmuştu. Şu an da inanıyorum ki fanzinlerin söyleyeceği daha çok şey var. E-Zine’larla artık çok daha fazla kişiye ulaşma olanağımız var. Ve serbest dağıtım yoluyla isteyen herkes bu yayınları çoğaltıp dağıtımını sağlayabiliyor. Bu yayıncılığın otonomiye dayalı yeni evresi ve artık elimizde daha güçlü araçlar var. Sistemin en büyük gücü olan internet, underground kültür tarafından da çok etkin bir araç olarak kullanılabilir duruma gelmiştir artık.
Underground kültür bu gezegende son sözünü henüz söylememiştir. Ve fazla uzakta değil, yakında söyleyecektir. 60’larda yarım bırakılanı, 21. yüzyılda tamamlama ideali hala tüm canlılığıyla önümüzde duruyor.
“Satürn fısıldayacak” çığlığıyla bir söz verdik:
Ya zamanı durduracağız
Ya bu gezegenden gitmenin bir yolunu bulacağız
Ya da bu gezegeni değiştireceğiz.
Hiçbir şey değiliz, hiçbir şeye bağlı değiliz, hiçbir güce tabi değiliz. Bir mülteciyiz, bir mülteciyiz sadece…