“Duyuyorum o tanıdık sesi yeniden
Tiz bir çıngırağı andıran
Benzeyen zil sesine de
Daha önce unutmuşum gibi denizde
Yankılanıp durdu ara vermeden
…”
Önceleri evimize gelen üç şey beni çok mutlu ederdi. Misafirler, postacılar ve yumurtalar… Yumurta konusunu şimdilik erteleyebiliriz. Eve gelen misafirler anlattıkları farklı olaylarla dikkatimi çekmiştir hep. Elimde kek ve kısır dolu bir tabak ve ortada dönen binlerce birbirinden farklı dedikodu farklı yaşamlara yaklaşmanın anahtarıydı benim için. Aynı şekilde bir de postacılar vardı işte. Tabi o zamanlar postacıların kocaman lacivert çantaları faturalardan ve resmi belgelerden ibaret değildi. Elini çantasına atıp, uzaklardan gelmiş mektubumuzu uzattığında annemin dolan gözlerine inat yüzümde kocaman bir gülümsemeyle uzatırdım elimi postacı amcaya. O da gülümserdi benimle beraber. O kocaman çantanın içinde kâğıtlardan çok daha fazlası, insanın içini mutluluk dolduran bir şeyler vardı sanki. Heyecanla beklerdik hepimiz kapının çalıp, postacının gelmesini. Beklemeyi bildiğimiz ve bundan rahatsızlık duymadığımız zamanlardı. Şimdilerdeki gibi kolaya kaçamadığımız için daha değerli olurdu sahip olduğumuz her şey. Aklımıza bir soru takıldığında aradığımız cevabı bulabilmek için tek tek karıştırırdık elimizdeki bütün ansiklopedileri. Bu kadar çok zaman ve çaba harcayarak bulduğumuz bilgiler daha değerli hale gelir, aklımıza iyice kazınırdı. Biz insanlar değerli şeyleri saklamaya meyilliyiz çünkü. Mesela ben, çocukken birbirimizin kapısının önüne mektuplar bırakıp kaçtığımız mahalle arkadaşımın mektuplarını hala saklar, karşıma çıktıkça zarflarını sanki ilk kez açıyormuş gibi bir hevesle açar çocukluk günlerimi yâd ederim.
Geçenlerde elime yeni bir mektup zarfı geçti yine; Name Fanzin… Üzerindeki kıpkırmızı damgası, özenle seçilmiş puluyla beni eski günlere götürüverdi o zarf. Çok uzun zaman olmuştu elime bir mektup ulaşmayalı. Hevesle açtım yine zarfı, eskiden yaptığım gibi. Zarfın içinden bir mektup ve bir kartpostal çıktı. Önce kartpostala takıldı gözüm, biraz o resme bakıp anlamaya çalıştıktan sonra mektubu aldım elime.
“İşte sana bu efsanenin doğduğu yerden yazıyorum bugün…”
Mektubun samimi dili ve özenle seçilmiş cümleleri; bana uzaklara gitmiş eski bir dostumdan gelen mektubu okuyormuşum gibi hissettirdi. Elinize ulaştığında size de öyle hissettireceğine eminim. Ben yine de bir güzellik yapıp siz Name Fanzin’i okumaya başlamadan önce iki tavsiye vermek istiyorum: İlki; mektubunuzu okumaya başlamadan önce arka fona Ezginin Günlüğü’nden bir parça yerleştirin, nedenini okurken anlayacaksınız merak etmeyin. İkincisi; kartpostalı bekletin, çünkü mektubu okuduktan sonra baktığınızda o resim canlanıverecek.
“…
İşledim payıma düşen her görüntüyü
Kamaştı gözlerim kıyıya varınca
Rüzgârın itişiyle kumlarda
Durmadan yer değiştiren
Sayısız siren iskeleti
Çın çın ötüyordu sessizlik kaburgalarında”
-Edip CANSEVER
İzmir/Foça’daki Siren Kayalıkları’nda geçen bir efsaneyi anlatarak başlıyor mektubumuz. Siz daha efsaneye duyduğunuz hayranlığı üzerinizden atamamışken, gezdiği yerlerin güzelliklerini anlatmaya başlıyor yazarımız. Üstelik üstünkörü anlatıp geçmemiş, öyle güzel betimlemiş ki, okurken kendinizi Foça’nın arnavut kaldırımlı, renkli sokaklarından birinde bulabilirsiniz. O sokaklarda gezinirken, metnin aralarına serpiştirilmiş küçük tavsiyeleri de es geçmeyin derim. Bu tavsiyeler daha önce belki de çok kere gittiğiniz yerlerde fark edemediğiniz güzellikleri fark etmenizi sağlayacak.
Ben Name Fanzin’i okurken cümlelerin masalsı yumuşaklığına oldukça kaptırdım kendimi. Son zamanlarda okuduğum en iyi fanzinlerden birisi diyebilirim. Name Fanzin, alışılmışın dışında tarzıyla hem kültürel hem nostaljik boşluğumuzu dolduracak gibi gözüküyor. Bundan sonraki sayılarında da bu samimiyetini koruyacağını şimdiden görebiliyorum. Bu arada söylemeden geçmeyeyim, belki bilmeyenleriniz vardır; ‘name’ Farsça ‘mektup’ demek. Bu bilgiyle beraber bütün taşlar yerine oturuyor. Bize de sadece bu yeni ve oldukça başarılı fanzini sevgiyle selamlamak düşüyor.
Aramıza hoş geldin Name Fanzin!