Gayet kötü ve bir türlü akort tutmayan bir klasik gitarla thrash metal besteleri yapmaya çalışan arkadaşlarınız oldu mu sizin? Benim oldu. Ne bileyim; ya hakikaten fakirdik ya da para kaynağımız olan ebeveynlerimiz bizim meşrebimizi pek sallamıyordu. Ergenlik dönemimiz, beş yıldızlı Falez Otel’in Olimpos Disco’sunda takılan “normal” çocukların aksine bizi onlardan ayıran anormalliklerimize finans sağlamakla geçti. Lakin bu olup bitenler bizim için Olimpos Disco’da Tarkan ile dans edip Bodyguard’ın film müziği “I Will Always Love You” ile romantizm yaşamaktan daha makbuldü.
Bilmiyorum, buna bulaşanınız oldu mu hiç ama “su arıtma cihazı pazarlaması” çok trajikomik ve tuhaf bir iştir. Sanırım 1995 kışıydı; bir yerel gazetedeki iş ilanı aracılığıyla bulaştık biz bu işe. İşin tanımı gayet basit! 17 – 25 yaş arası yaklaşık 35 – 40 kişi, firmanın Güllük Caddesi’ndeki ofisinde toplanıp akşamüstü 5 – 6 gibi bir külüstür bir Mercedes 0 302’ye biniyor ve şehrin o günkü “talihli” semtine doğru yola çıkıyor. Önce, güven sağlama adına, kadın çalışanlar ile kapı kapı gezilip bir su arıtma cihazı firmasından gelindiği belirtilerek eğer isterlerse “sularının analizinin yapılması amacıyla” akşam 8’den sonra kendilerinin ziyaret edilebilineceği söylenip randevu alınıyor. Akabinde kadın arkadaşlarımızın mesaisi sona eriyor ve aynı otobüsle evlerine bırakılıyordu. Geri kalanlar ise randevu alınan evlere dağılıyordu. Nihayet, iş bittikten sonra akşam 10 – 11 gibi tekrar bizi getiren otobüse biniliyordu.
İşin içinde “analiz” sözcüğü varsa elbette beyaz önlüklerimiz de var! Sanırsınız NASA’da stajını tamamlamış da işte amme hizmeti için akşamın bu saatinde yollara düşmüşüz! Zaten “analiz” sözcüğünün barındırdığı o mis gibi ilim, irfan ve güven kokusu yok mu? Velhasıl, ta ilk başta kazanmışız kalpleri. Abartmıyorum deney tüplerimiz bile var! Vallahi var! Kapıdan içeri girip evin salonunda kendimizi tanıtıp ciddi ama bir o kadar da sempatik bir üslup ile hasbıhal edildikten sonra evin mutfağına geçiyoruz. Ev ahalisinin şaşkın bakışları altında çantalarımızdaki deney tüplerini çıkartıyoruz. Çanta tabii “bond çanta”! Ciddiyet yani! Elimizde tuttuğumuz tüplerin birine ne olduğunu hâlâ bilmediğim bir sıvıdan birkaç damla koyup çeşme suyundan biraz alıyoruz. Biraz çalkalayıp, birkaç kez daha aynı işlemi sürdürüyoruz. Rengin, bizim bildiğimiz evrelerle değişme tonuna göre başlıyoruz atıp tutmaya. “Efendim suyunuzdaki kireç oranı normal değerlerin çok çok üzerinde”, “şimdi bakın sarıya dönmemesi gerekiyor; şayet dönerse bu maalesef suyunuza kanalizasyon bulaştığını gösterir” (tabii ki sarıya dönüyor), “efendim mavi olursa suda küf olduğunu gösteriyor” (ve tabii ki su maviye döner!) Bundan sonraki aşama çok önemli; zira ev ahalisini büyük bir kâbusun içine düşürebilmişsek bu aşamada yapılacak asıl numara ile satış garantilenir. Diğer tüpe bizim cihazımızın onların çeşmesinden arıttığı suyu koyarız. Az önceki işlemleri tekrarlarız ve suda elbette bir renk değişimi olmaz! Ben hokkabazlık diye buna derim. Eğer bu süreçte beyaz önlüklü bu pazarlamacının motivasyonu tamsa ürün satılır!
Bu iş konusundaki motivasyonumuz zayıftı. Hatta ne zayıfı; yoktu. İş saçmalıktı çünkü… 2 – 3 hafta tahammül ettik bu saçmalığa. Bu süre zarfında, ailesinin yanına sömestr tatiline gelmiş bir fen fakültesinin son sınıfında okuyan cevval kimyager adayına denk geldik bir keresinde. Bu evde yaşanılanları anlatmak buraya sığmaz; bu net! Yine başka bir seferinde eve işten yeni gelmiş 190 santimetrelik 250 kiloluk “evin beyi” su arıtma cihazı firmasından geldiğimizi ve eşinin su analizi için bize randevu verdiği duyar duymaz kapıyı yüzümüze kapatıp “ne demek randevu?! sen kime randevu veriyorsun?!” diye kadına saldırmıştı. Düpedüz aile faciasına neden olmuştuk o akşam. Çok feci çok… Bu son olaydan birkaç gün sonra bu hikâyenin diğer kahramanı olan şu klasik gitarla thrash metal besteleri yapmaya çalışan dostumuzla o akşam gittiğimiz Kepez’deki bir mahallenin ortasından geçen kanala ayağımızı salladık ve akan suya bakmaya başladık. Daha sonra kim kime sordu hatırlamıyorum ama birimizden yarım saat sonra şu soru çıktı: “Abi, biz n’apıyoruz?!” Su arıtma cihazı firmasının külüstür otobüsüne binmeden Kepez’den Şarampol’e kadar yürüdük o akşam… Daha da uğramadık oraya. Zaten alacağımız da yoktu. Zira hiçbir tane bile cihaz satamamıştık. O zaman şunu öğrenmiştim: Bir şeye inanmıyorsan, o şey seni hiçbir şekilde mutlu edemez.
Aynı yılın yazında çok keyif aldığımız bir işe bulaşmıştık. Yerin biraz altında büyük pencereli bir depo işimizin bir bölümünün geçtiği mekândı. Pencere camlarının ardında her gün onlarca kilometre yol yapmış yorgun motorsiklet ve bisikletler duruyordu. Arkada YU-MA-TU marka tek hoparlörlü kasetçaların sağında, solunda, üstünde, arkasında çeşitli albümlerin kaset kapakları olurdu. Hatırladıklarımın birkaçı: Motörhead “1916”, Antonio Vivaldi “Dört Mevsim”, Ludwig van Beethoven “9. Senfoni”, Paradise Lost “Icon”, Eloy “Ocean”, “Inside”, Pink Floyd “Animals”, “Dark Side Of The Moon”. Motoryağı ve benzin kokusu, matbaadan yeni çıkmış gazetenin selüloz ve boya kokusuyla harmanlanırdı. Bu kokuya öğle saatlerinde karavanada yenilen öğle yemeklerinin kokusu farklı bir çeşni katardı. Ekip her sabah 7 gibi depoya gelir, bisiklet ve motorsikletlerin arkasındaki bölmelere yerleştirmek üzere kendi abone sayısına göre gazetelerini ayırmaya başlardı.
Bu ekibi dışarıdan gören birisinin aklında hiç şüphesiz şöyle bir iş ilanı canlanabilirdi:
“… Gazetesi’ne uzun saçlı, heavy metal / rock dinleyen, 17 – 22 yaş arası dağıtımcılar aranmaktadır. Dağıtım sırasında kullanılacak walkmenler ve kasetler müessesemiz tarafından karşılanacaktır.”
Oysa dağıtım ekibine ilk başvuran iki kişi biz olduğumuz için Kaleiçi’nin itini kopuğunu peşimize takıp gelmiştik ikinci gün. Bugün Antalya’da hiç de azımsanmayacak bir gazeteci çevrem varsa bu günlere borçluyum. Zira alayımız, haber servisinden reklam servisine, magazin servisinden spor servisine ciddi giyimli tüm hanımlar ve beylere göre gayet tuhaf ve sempatik çocuklardık.
Gazete Antalyalı bir işadamı tarafından kurulmuştu. O dönem ise bir seçim arifesiydi ve gazete de bu seçim öncesi süreçte o dönemin popüler bir partisini desteklemek amacıyla yola koyulmuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Tuhaf dağıtım ekibi, o sabah gazete balyalarının yanında bir de broşür balyası gördü. Broşürler gazetelerin arasına konulup birlikte dağıtılacaktı. O günü izleyen sonraki haftalarda bu afişlerin basılması da tayfanın afişlere olan yaklaşım ve eylemi de yoğunlaşarak devam edecekti. Ekip birbirinden sevimsiz, çirkin, kravatlı, pis pis sırıtan saçma sapan adamların olduğu ne kadar broşür varsa bisikletine / motorsikletine istifleyip gazete dağıtımına çıkmadan önce ya Lara falezlerinden denize boca etti ya da o zamanlar bir bölümü kuş uçmaz kervan geçmez taşlık bir arazi olan Konyaaltı’nın ücra bir noktasında yaktı. O seçimlerde söz konusu partinin Antalya’da tökezleyip yuvarlanmasında bu dağıtım ekibinin nispeten payı vardır. Hayır, sonuçta bizim gibi tiplerden ne bekleniyordu ki Allahaşkına! Hakikaten bunları dağıtacağımıza mı inanıyorlardı?! Biz inanmıyorduk… Politikacılara da politikaya da inanmıyorduk. Eh, biz de inanmadığımız için politikacıların afişlerini imha ettik. İnanmıyorduk ve o afişleri dağıtırken mutlu olmayacaktık…
İçindeki kartonete not düştüğümüz üzere “12 Şubat – 27 Mart 1996 tarihleri arasında Melodi Müzik ve Bora Müzik’te toplam 25 saat içinde” kaydettiğimiz demo kasetimizi bu gazetede kazandığımız parayla, emeğimizle var edebilmiştik. Dönemin kayıt imkânlarına göre hiç de fena olmamıştı aslında. Mahzen, Musalla Taşı ve daha adını hatırlayamadığım 8 – 10 fanzinde, Blue Jean Dergisi’nin Rock Art sayfasında Rock Kazanı’nda demo kasetin tanıtımı yayımlanmış, 1994 – 1998 arasında ikisi Ankara ve İstanbul olmak üzere 12 – 13 tane konser vermiştik. Antalya özelinde ve Türkiye genelinde kendi çapımızda mini minnacık bir şöhretimiz vardı! Evet, hep kendi çabalarımızla oldu bunlar. “Seasons In The Abyss” cover’ının solosunu atarken Ankara izleyicisinin önünde secde ettiği solo gitarist ertesi sabah otobüs firmasının şehir içi servisiyle Antalya Otogarı’ndan gazeteye geçerek uykusuz ve şiş gözlerle motorla gazete dağıtmaya çıkıyordu. Şehir dışında verdiğimiz ve cumartesi gece yola çıkıp pazartesi sabah Antalya’ya döndüğümüz ve ancak pazartesi akşam normal bir uyku uyuyabildiğimiz o iki konserin yorgunluğunu birkaç gün üzerimizden atamadığımızı hatırlarım. Mesela Ankara’daki konser sonrası vaziyetimizi hiç unutmam! Akşam saat 10 gibi AŞTİ’ye ulaşıp 12’deki otobüse kadar yere serilip pişmaniye ve hediyelik eşya dükkanlarının önünde kafa kafaya vurup uyumuş ve sabahında Antalya Otogarında indiğinde otobüse nasıl bindiğini bile hatırlayamayacak olan haşat olmuş dört “rock star”!
Metal müzik icra etmenin evrensel bir zorluğu varken Misak-ı Milli içerisinde, Antalya’da bu biraz daha zordu; vallahi zordu. Düşünsenize, İzmir, İstanbul, Ankara, Eskişehir, Bursa gibi heavy metal, punk kültürünün patladığı diğer şehirler birbirilerine en fazla 5 – 6 saat uzaklıktayken Antalya İstanbul’a 12, Ankara, İzmir ve Bursa’ya 8, Eskişehir’e 6 saat uzaklıktaydı. Yat Limanı’nda mendireklerin üzerinde, Kaleiçi’nde bir sokağın kenarında kulağındaki walkman kulaklığı, elindeki kalem ve defter ile şarkı sözlerini yazmaya çalışan mı dersiniz, müziği dinleyerek notaları çıkarmaya uğraşan mı dersiniz; hepsi “07 Antalya” tarzıydı. Kırk yılda bir Ankara’ya ya da İstanbul’a gidecek biri çıkarsa Hayri Müzik’ten ya da Akmar Pasajı’ndan nota, tab siparişi falan verilirdi. Toros Dağları’nın ardında yaşayan, bir somun ekmeği tahinli az piyaza banarak yaşamını sürdüren kavruk ve sefil metalcilerdik işte!
Bizi mutlu eden, inandığımız ve peşine düştüğümüz ipe sapa gelmez hayallerimiz vardı. Ben kendi adıma konuşayım, bugün bile aynı kafa aynı bedende soluk alıp veriyor. Yaklaşık bir hafta önce istifa ederken patronuma kurduğum cümle şuydu. “Üzgünüm, ben bu işe inanmıyorum.” Bunca yıl beni mutlu edebileceğini hiç tahayyül edemediğim memurluk ile ilgili bir sınava girmemiş olmamdan tutun da yaşadığım şehrin, mahallenin tercihine kadar hep bu inanç/mutluluk korelâsyonu etkiliydi sanırım. Bunları yazarken daha aklıma bunun ile ilgili bir dünya örnek de geldi. Yani, insan yazarken kendisine de ayna tutuyor, o zamana kadar aklına gelmemiş türlü çeşitli ilişkileri ve muhakemeleri de kuruyor aslında…
Neyse o değil de aklıma gelmişken şunu da sorayım artık: Allah aşkına birisi şimdi bana o yıllarda Antalya’nın zalim temmuz – ağustos sıcaklarında dahi neden postal giydiğimizi ve kapkara tişörtlerle ve her tarafımızı pişik yapan dar kot pantolonlarla gezdiğimizi bir mantık çerçevesinde açıklayabilir mi? Lütfen, birisi yapsın bunu! Lütfen.