Oluş üzerine yazınsal bir düşünüm ve sanat icra etmek. Dilin defalarca çiğnenmiş kelimelerine muhtaç olmak. Sartre’nin yakınması tam olarak buradaki esareti işaret ediyordu.
Her şeyden önce tabii bir tarafta, kimi öğretilere ve inançlara göre günahkâr, doğanın esintisine göre ise masum bir yaratık mevcut. İnsan…
Tutumum, fizyolojik bir varlığın anlamından çok, ruhi bir varoluşun gizemlerine, düşlerine ve edimlerine dair. Dolayısıyla biz, insanın insan olduğunu kavradığı noktadayız.
Bana göre işimizi burada zorlaştırıyoruz. Zorluk ve acı burada yakalıyor bizi. Ne kendimizin dışındadır anlatımız ne de tam olarak bizi anlatır. Yalpalayarak kelimelerin arkasından yürürken bir işaret belirir bize. Yazmanın yazınsal bir alandan çıkıp, anlamın sahte görünümüne büründüğü an. Mevcudiyet, vücut ve kendilik.
Burada tıkanıp kalan, bunu aşmak için Tanrı’yı kullanan ve üstüne giderek kaybolan. Bütün bu çabaların nedeni aslında orada beliren şeydir, insan olmaklığımız.
İnsanlığa dair bir kesinlik var, muğlâklık. Bizi saran toprağın altından uzatıyoruz elimizi, kar fırtınası altında açmaya çalışıyoruz gözlerimizi. Bakıyoruz, tutuyoruz, uzatıyoruz yanık etimizi güneşe, hayata ve aşka.
Yine de edebiyat bulur bizi. Edebiyata götürür yaşamak, dilin karmaşasına kapılırız.
Foucault edebiyatı irdelerken, ‘’edebiyat nedir?’’ sorunsalını ‘’Edebiyatın içine açılmış bir oyuktur bir bakıma, edebiyatın barınmak ve muhtemelen bütün varlığını içinde saklamak zorunda kalacağı bir oyuk’’ olarak inceler.
Bu amansız koşuda, insan olmanın faydasızlığı bizi bir paradoksa maruz bırakır. Edebiyatın bir acıya ilerleyişi ve tahayyülümüzdeki yüzeysellik. İnsanın haysiyeti ve kepazeliği.
Hayatımızı yaşayarak eksiltirken, bize konu olarak her olguyu dil ile tüketir ve yaratırız. Hayattaki unsurlara ve hissiyatlarımıza dilde bir karşılık bulmak zordur. Tümceler bizi sürükler ve ortaya çıkan bir insan ürünü olması sebebiyle dayanaksızdır. Hayatın gerçekliğine karşı bir duruştur aynı zamanda.
Dostoyevski’nin İnsancıklar’ı bir onur mücadelesidir. Foucault’nun belirttiği oyuk içinde insanı gözyaşıyla akıtır kâğıtlara. İnsanın bütün çıplaklığıyla, ‘’The body of the dead Christ in the tomb’’ tablosunun karşısında ölü İsa aracılığıyla Holbein ile buluşur. Holbein’in reforma dair büyük değer taşıyan tablosuyla beraber edebiyatta buluşur Dostoyevski. İnsanın yüceliğinin çözülüşü ve ve yeni güçsüz Tanrı olan insan.
İnsanın doğasıyla başlar çatışmamız. Bu doğaya dair tutumumuz bize bir konum sunar. Dişlerini sıkanlar, hayat karşısında terleyenler, varolmak kaygısıyla ümidini öldürenler. Bu çaresizliği yüceltiriz yazarak. Dilimizle yenidünyaya doğru merdivenleri ineriz. Trajedi. Ama bizim insan karşısındaki trajedimiz Heine’in trajedisine benzer.
Heine der ki ‘’ Büyük bir trajediyi sümkürerek sonlandırırız.’’ İnsan olmaklığımız yine saldırır. Biz ise tükürülen kelimeleri yine kullanarak, yeniden başkaldırıya boyun eğeriz.
İnsanın huzurunda insanı yazmak, soğuk bir ürperti verir. Bunu tanımlayacaksak da, yazmak siyahlar giyip cenazeye giderken, ölümden kalan kırmızı bir gülü göğsümüze takmaktır.