Mart 2018’de Vancouver’dan e-mail ile gelen bir teklif üzerine oldukça heyecanlanmıştım. Teklif, Kanada’ya gidip Türkiye’de Fanzin Kültürü üzerine konuşma yapmam ve Heyt be! Fanzin ile Vancouver Sanat Kitabı Fuarı’na (Vancouver Art Book Fair) dahil olmamı içeren bir planı sunuyordu. Elbette, böyle bir teklife asla ”hayır” diyemezdim. Beni endişelendiren sadece bir kaç nokta vardı. Birincisi, Kanada, zor vize vermesi ile nam salmış bir ülkeydi. Bayrağındaki Akçaağaç yaprağıyla sempati yaratan bu memleket aynı sempatiyi karmaşık bir vize formatıyla sarmalayan bürokratik bir yapısı ile vermiyordu. Vize işlemleri için 2 ay öncesinde çalışmaya başlamış, binbir belge toparlayıp başvurumu yapmış ve 20 gün içerisinde Kanada vizesini mutluluk içerisinde almıştım. Artık Kanada’ya gitmemem için önümde hiçbir engel kalmamıştı.
16 Ekim günü bir bavul dolusu fanzin ile Atatürk Havalimanı’na gittim ve uçak transferleri ve beklemeleriyle 25 saat sürecek okyanus ötesi yolculuğuma zihin olarak hazırdım. Birinci uçağım İstanbul-Amsterdam, ikinci uçağım Amsterdam-Edmonton ve son uçağım ise Edmonton-Vancouver rotasını izleyip nihai hedef olan Vancouver’a ulaşacaktı. Yolculuk öncesindeki birkaç gün uykusuzluk sebebiyle bu seyahatler benim için zihinsel ve bedensel olarak bir maraton gibi gelmişti. En büyük korkum olan ”deniz aşırı seyahatlerde transfer sebebiyle bavul kaybetmeyi beceren havayolu şirketleri”fobisini ise Vancouver’da bavuluma kavuşmamla bertaraf etmiştim.
Vancouver Havalimanı’na varınca beni festival gönüllülerinden güler yüzlü bir arkadaş karşılamış ve arabasıyla festival boyunca kalacağım yer olan festival direktörünün evine bırakmıştı. İlk günün şerefine festival direktörü Lisa ve gönüllü Mike ile bir restorana gidip pizza yiyip bira içmek öyle güzel gelmişti ki.
İlk günün yorgunluğunu iyi bir uykuyla atıp gelecek günleri Vancouver’u keşfetme planıyla yanıp tutuşuyordum.
Biraz Vancouver’danda bahsetmekte fayda var. 1757-1798 yılları arasında yaşamış İngiliz kâşif George Vancouver’dan adını alan şehir, Kanada’nın en batısında kalıyor. Vancouver aynı zamanda Kanada’nın sert kışıyla karşılaşmayan yazı ve kışı oldukça ılıman olan ender şehirlerinden biri. Ülkenin diğer şehirleri için hava durumlarında ”elinizi yüzünüze temas ettirmeyin” uyarısı verilirmiş. Çünkü elini yüzüne dokunduran insanların soğuktan dolayı ellerinin yüzlerine yapışma vakaları ortaya çıkıyormuş. Bu açıdan Kanada sınırları içerisinde Vancouver gibi ılıman bir yer oldukça ayrıcalıklı görülebilir. ”Yaşanılacak en iyi dünya şehirleri” listesinde kendisine her zaman ilk beş içerisinde yer bulan Vancouver, üstün bir refah, yüksek yaşam standardı ve müthiş doğal güzellikler sunuyor. Hal böyle olunca Vancouverlılar, emlak piyasasında spekülatif fiyatlar, yüksek kiralar ve uçuk pahalılıkla karşı karşıya kalıyormuş. Bu durumu da biraz ”gülün dikeni” olarak yorumlayabiliriz. Şunu da belirtmekte fayda var ki; dünyanın en sempatik, güleryüzlü ve yardımsever milletlerinden biri Kanadalılar. Yoldan geçerken bir Vancouverlıdan ”merhaba, günün nasıl geçiyor?” gibi bir soru duymak sizi başta çok şaşırtabilir.
Vancouver’daki ikinci günümde sabahın erken saatlerinde, şehir merkezi ile şehrin diğer yaşam alanını ikiye bölen iç deniz False Creek ve çevresinde yürüdüm. Şehir bulutsuz ve oldukça güneşli bir güne uyandığı için oldukça şanslıydım. Sahil, spor yapanlar, yürüyüşe çıkanlar ve kürek sporuyla ilgilenenlere ev sahipliği yapıyordu.
Sonra haritamı takip ederek kentin ilk kurulduğu yer olan Gastown’a gittim. 1867 yılında ”Gassy” adında bir barın açılmasıyla buraya ”Gastown” adı verilmiş. Burada daha çok entelektüel kesim oturuyor, özgün barların, kahvelerin, restoranların bulunduğu bölge tam anlamıyla Bohem bir mahalle tablosu çiziyor.
Gastown’da biraz dolaştıktan sonra Vancouver’ın en önemli turistik noktalarından biri olan Gastown Steam Clock’e (Gastown Buharlı Saati) vardım. Saat, her 15 dakikada bir 2 tondan oluşan kısa bir ıslık çalarken, saat başları yukarı kalkan mekanizmasının iki yanından çevreye buharlar püskürtüyor. Bu tarihi saat dünyada yapılmış en eski ikinci buharlı saat olarak kamusal alandaki yerini koruyor. Turistlerin çılgın fotoğraf ve selfie sevdaları sebebiyle saati yakından incelemek biraz zorlu olsa da harika bir mühendislik örneğiyle karşı karşıya kaldığımı söyleyebilirim
Seyahat ettiğim ülke ve şehirlerde olmaz olmazlarım vardır. Bu açıdan yapılması gerekenler listemde en tepelerde olan ” yüksek bir noktadan şehri gözlemlemek” eylemini yerine getirmek için ”Vancouver Lookout” denilen bir gökdelenin yolunu tuttum. Tüm Vancouver’ı 360 derece görme olanağı sunan bu yapı içerisinde bir buçuk saatten fazla kalıp onlarca fotoğraf ve video çekip manzara sevgimi dindirdim.
Sonraki planım ise Canada Place’e gidip Vancouver Körfezini ve Stanley Park’ı seyretmekti. Yelkeni andıran mimari konstrüksiyonuyla öne çıkan Canada Place, kongre merkezine, transatlantik gemilere, Vancouver’u keşfe çıkan turistlere ve yerel insanlara ev sahipliğini yapan bir liman olarak işlevselliğini sürdürüyor.
3-4 saatlik bu gezinti sonrasında açlık bastırınca Meksika yemekleri satışı gerçekleştiren bir kamyonu gözüme kestirdim. Kanada pahalılığı içerisinde bir nebze ekonomik bir seçenek olarak gözüken Meksika tacolarından birini kendime ısmarladım. Sonra göz doyuran bu bol acılı lezzetli yemeği Vancouver Körfezine karşı afiyetle yedim. Kanada yerel bir gastronomi tarihine fazla sahip olmamasından ve göçmenlerden kurulu bir ülke olmasından mütevellit; gelen göçmenlerin kendi kültürünü, yemeğini taşımasıyla oluşturduğu Asya, Amerikan ve Avrupa yemeklerinden oluşan bir skala sunuyor. Kanada’nın en özgün yemekleri arasında ise Poutine (Kanada’nın ulusal yemeği olarak bilinen yemek, üç malzemeden oluşan bir Fransız-Kanada yemeğidir: Patates kızartması, peynir curds ve özel bir et sosundan hazırlanır) ve Somon Balığı. Neyse bu kadar turistik bilgi ve gastronomi şimdilik yeterli sanırım.
Şehir turuna devam ettiğimde kendimi meşhur sanat müzesi Vancouver Art Gallery’nin önünde bulmam bir oldu. Orada Vancouver Art Book Fair’de benimle birlikte yer alacak Cem Koçyıldırım nam-ı diğer Authorized To Work In The US ile karşılaştım. New York’da yaşayıp Risografi baskı atölyesi işletip çalışmalar üreten Cem, Vancouver Art Gallery önünde sanatsal baskılarını satıyordu.
Aynı zamanda bugün Vancouver tarihi açısından oldukça önemliydi çünkü bugün itibariyle Kanada’da esrar üretimi ve tüketimi yasallaştı. Bundan dolayı müze önündeki meydanda herkes çılgınlar gibi esrarlı sigaralardan tüttürerek kutlamalar yapıyordu. Bunu fırsat bilen esrar üreticisi ve satıcısı dükkanlar, otlu-otsuz kekleri ücretsiz olarak meydandan geçenlere dağıtıyorlardı. Cem ile ”nerede hareket orada bereket” deyip bulunduğumuz mekanı değiştirip Liquor Store’dan (Kanada’da marketlerde alkol satışı yasak bu sebeple alkole likör store denilen alkol marketlerinden ulaşılıyor) 6’lı biralardan edinip soluğu English Bay Körfezine bakan Sunset Beach’de alıyoruz. Kah fanzin festivalleri, kah sanat kitabı fuarlarından bahsedip biralarımızı 1-2 saat boyunca demleniyoruz. Ta ki hava zifir karanlık ve artık dışarıda durulamayacak kadar soğuk olana dek sohbetimiz Cem’le devam ediyor ve ertesi gün için ufak bir turistik tur yapmak üzere sözleşip evlerimizin yolunu tutuyoruz.
Kanada’da ki 3.günümde Cem ile False Creek sahilinde bulunan ”Granville Island”’a uğradık. Burası halka açık büyük bir pazarın kurulduğu, kültürel aktivitelerin düzenlendiği pek çok tiyatro salonunu, atölye ve ufak restoranlar bulunduran bir bölge. Granville Island’da Thai mutfağından bir yemek tattıktan sonra artık kendimizi Vancouver Art Book Fair’a hazır hissediyoruz.
Ve şimdi gelelim yazının esas teması olan Vancouver Art Book Fair’a. 7.yılındaki VABF, 120’den fazla sanatçı, fanzinci ve bağımsız sanat yayıncılarının katılımıyla Emily Carr University Art + Design’da 18 Ekim’de kapılarını Vip ziyaretçilere açarak ile başlıyor.
VABF, 4 gün boyunca farklı sosyal ve yaş gruplarından ziyaretçilere ev sahipliği yapan oldukça kapsamlı bir organizasyon. A.B.D., Meksika, Japonya, Çin ve Kanada gibi ülkelerden katılımcıların stantların da yerini aldığı fuar pırıl pırıl bir sanat üniversitesinde gerçekleşti. Emily Carr Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nin yeni taşındığı ve fuarın gerçekleştiği bu bina oldukça büyük ölçekli ve steril bir yapıydı. Yüksek tavanlara, müthiş atölye olanaklarına ve cinsiyetsiz tuvaletlere sahip bu üniversiteye hayran kalmamak elde değil.
Gelelelim fuar içerisindeki fanzinlere. Zine Zone (Zine Bölgesi), fanzincilere ayrılmış özel bir alan olarak fuarın gerçekleştiği koridorun sonunda yer alıyordu. (Heyt be! Fanzin standına da ”Zine Zone” alanında yer verildi) Fanzinciler için oldukça geniş bir alanın ayrıldığı bu fuarın önceliği sanatçıların ve bağımsız yayıncıların kendi yayınladıkları sanat kitaplarının sergilenmesi ve duyurulmasını sağlamak idi. Vancouver Art Book Fair, 4 günlük fuar süresi boyunca sanat kitapları ve bağımsız yayınlar ile ilgili sanatçı konuşmaları, performanslar, söyleşiler, konserler, dayanışma müzayedesi ve sergilerden oluşan programıyla zengin bir içerik sunuyordu.
Heyt be! Fanzin masasında 4 gün boyunca Türkiye’den getirdiğim lokumları ve fanzinleri Kanadalılarla paylaşıp kendimi bolca keyifli sohbet içerisinde buldum. Kimi ziyaretçiler ise benim Türkiye’den kalkıp sadece bu fuar için Kanada’ya gelmiş olmama bir hayli şaşırmadı değil. Fuar süresince güzel sanatlar öğrencilerinden yaşlı amca ve teyzelere, lgbti gruplarından punk rockerlara dek geniş bir profil ile iletişimde bulunmak Türkiye, dünya ve bağımsız yayıncılık ve sanat üzerine konuşmak oldukça zihin açıcı bir aktivite oldu benim için.
Fuardaki komşum New York’dan Vancouver’a yayınlarıyla gelen sanatçı ve yayıncı Kandis Williams idi. Kendisi Afrika kökenli feminist sanatçıların çalışmalarını yayınlayan aktivist ve oldukça sempatik bir insandı. Etkinlik boyunca birbirimize yiyecek, su ve içki takviyesi yapıp hayat üzerine derinlikli sohbetler ettik.
Heyt be! Fanzin’in Kanada’ya geleceği haberini VABF web sitesi ve sosyal medya hesaplarından evvelden edinen 3-4 Türk arkadaşla fuar süresince sıkı bir diyalog içerisinde kendimi buldum. Fanzin standının insanı sosyalleştiren bir büyüsü olduğunu günbegün gözlemliyordum. Fuar da tanıştığım Zeynep ile derin bir Türkiye-Kanada sohbetinden sonra birlikte Kanada Cyder (Kanada’da sıklıkla tüketilen elma şarabı) içip bir fuara paralel olarak düzenlenen bir serginin açılışına gittik.
Sergi, grafik estetiğin hakim olduğu resim ve illüstrasyonlardan oluşturulmuş avangard bir çizgiyi sunuyordu. Etkinlik boyunca 4 farklı dj, ortamı ısıtmış sonrasında herkes dans etmeye meyilli hale gelmişti. Bağımsız sanat mekanının oluşturduğu bar kısmında biramı içerken Los Angeles merkezli fanzin podcastinin üyeleri ile tanışıp yayıncılık, sanat ve birçok ortak nokta üzerine konuşuyoruz. Sonrasında Zcene üyeleri ertesi gün için beni stantlarında röportaj yapmak için davet ettiler. Parti ve sergi süresince birçok insanla tanıştım. Kanada’da insanların ne kadar kolay bir şekilde diyaloğa girdiklerini böylece bizzat deneyimlemiş oldum.
Festivalin 3.gününde sözleştiğimiz üzere tam 12:00’da Zcene ekibiyle buluşuyorum ve bahsettikleri söyleşiyi benimle gerçekleştiriyorlar. (Bkz söyleşi linki—> http://zcenecast.com/vancouver-art-book-fair-supersode-z018/ ) Türkiye’deki politik durum ve bağımsız yayıncılara etkisi ve fanzin kültürü üzerine olan bu konuşmamızdan sonra Heyt be! Fanzin standına geri dönüp fuar ziyaretçileriyle iletişime devam ediyorum.
Fuarın 3.günü tam tamamlanmak üzereyken fuar katılımcılarına yönelik ufak bir atölye partisinin haberini alıyorum. Parti, China Town’ın hemen merkezinde yer alan Moniker Press’de gerçekleşiyor olacakmış. Sonradan öğrendiğim üzere, burası sanatçı Erica Wilk tarafından kurulmuş bir Risografi atölyesi. Moniker Press, bir iş hanının alt katlarında labirenti andıran koridorlarından geçince kendinizi bulacağınız bir Vaha gibi bir atölye diyebilirim. Aynı zamanda başka sanatçılara da sanatsal baskı hizmetinin verildiği bir alan olarak da işlev görüyor. Buraya fuardan bir çok sanatçı içkisiyle gelip ufak bir parti atmosferi yarattı. Bende bu sırada VABF ekibinden Emma ile uzun keyifli bir sohbet içerisinde kendimi buluyorum. Sohbetler esnasında bir yandan tüm sanatçıların kendi çizimini dahil ettiği ortak bir çizim yapıp bunun Riso baskısını alıyoruz. Erica bize bu baskılardan birer tane hediye edip güzel bir ev sahipliği yapıyor.
Buradan ayrıldıktan sonra fuarın partisinin yer aldığı Hastings Street’de ki bir fotoğraf stüdyosu ve galeri olan Remington Gallery’e geçiyoruz. Ortam kalabalık ve punk rock müzik grupları cayır cayır çalıyorlar. Sahneye sırasıyla Snackland, Primp ve Total Ed gibi Vancouverlı punk, rock ve indie grupları çıkıyor. Gecenin favorisi olarak 3 kadından kurulu ”Primp” grubunu görüyorum. Grubun lideri Aly’nin yanına gidip müziklerini oldukça beğendiğimi iletiyorum. Aly ise gayet mütevazi bir şekilde güleryüzle karşılık verip bana teşekkür ediyor. Gece farklı dj’lerle devam ediyor ama ben artık yorgunluktan dinlenme moduna geçiyorum. Uyuşturucu bağımlıları, müptezel zombiler ve evsizlerle dolu Hastings Street’den taksiye binip eve uzayıp geceyi sonlandırıyoruz.
21 Ekim günü fuarın son günü ve içimde bir heyecan. Saat 15:20’de Türkiye’de fanzin kültürü, Heyt be! Fanzin ve Fanzineist – Zine Fest of Istanbul üzerine bir konuşma yapmak üzere VABF’in artistik direktörü Sylvana ile fuarın merkez noktasına kurulmuş olan söyleşi alanına geçiyoruz. Göstereceğim görseller ve videolar için bilgisayar-tv bağlantılarını kontrol ediyoruz ve artık her şey hazır. Başlarda gergin hissetmeme rağmen yaptığım İngilizce sunum gayet iyi geçiyor. Konuştukça açılıyor ve konudan konuya geçiyordum. Biraz özgüven ve tutku bu sunumun iyi geçmesini sağladı sanırım. Sunum sonrasında gelen ilginç sorulara cevap vermek, dinleyiciyle iletişime geçmek beni çok mutlu ediyor. Sunum bitiminde dinleyicilere Heyt be! Fanzin’lerden dağıtıyorum ve aynı dinleyiciler beni ziyaret etmek ve diğer fanzinleri edinmek üzere fanzin standına geliyorlardı. Bu tip sunumları yapmanın önemini gayet iyi anlamıştım.
Artık fuarın sonuna doğru yaklaşıyorduk. Fanzin festivalleri ve sanat kitabı fuarlarındaki son gün geleneğim olan ”fanzin takası” eylemine girişme vaktiydi. Elimde kalan fanzinlerin birçoğunu alıp hızlı bir fuar turuna çıktım, çizgiroman zineler, punk zineler ve art zineler derken müthiş fanzinleri takas yöntemiyle edinmiştim. Edindiğim zinelerin yayıncılarından bazıları; İs Press, Moniker Press, Cassandra Press, Plastic Spaces, Kirstendo,Phull Colums, Schneiderik, Tundrawizard’dı. Benden daha mutlusu kim olabilirdi ki?
Festival ekibinden konuştuğum arkadaşların yaptığı sayıma göre fuara bu sene 5000’den fazla ziyaretçi gelmiş . Fuarda yer almak ve orada onlarca insanla iletişim kurmak, ziyaretçilerle arkadaş olmak harika ve ayrıcalıklı bir tecrübeydi. Bunun için en başta Vancouver Art Book Fair ekibine teşekkür etmemde fayda var.
Bu arada VABF’nin sonuna doğru destek müzayesinde eserini görüp tutulduğum ve sonradan çalışmasını satın aldığım sanatçı ve fanzinci Cole Pauls (Tundrawizard) beni gizli bir punk konserine davet etti. Böylece Pazar akşamı planı da ortaya çıkmış oldu. Eve gidip yemek yiyip konsere hazır hale geldim fakat Cole’un bana verdiği adres öyle antika bir yerde ki ne Google maps bir bilgi veriyor ne de benim rotasyon algım durumu kolaylaştırıyordu. Cole’un cep telefonundan bana konum atmasıyla mekanın tam olarak nerede olduğunu aşağı yukarı kavramıştım. 1 saatlik bir yürüyüş sonrasında gerek otobandan gerekse şehrin endüstriyel bölgesinden geçip kendimi ıssız bir köprünün altında buluyorum.
Ortam, gördüğüm en acayip konser atmosferini bünyesinde bulunduruyordu. İllegal olarak hazırlanan bu konser, ıssız bir köprünün altında yanan ateşlerin çevresinde çılgın gibi çalan punk gruplarına sahne oluyordu. Jeneratörden sağlanan elektrikle amfilerden cayır cayır sıkı bir punk müzik icra ediliyordu. Yaklaşık 60-70 kişinin toparlandığı bu spontan konserde Cole ve diğer arkadaşları bulup konseri birlikte izledik. Sanırım hayatımda gördüğüm en iyi konser mekanlarından biri buydu. Orada tanıştığım bir fanzinci ile ayaküstü fanzin takası yapıp punk üzerine konuşmak öyle iyiydi ki. Bir buçuk saat süren bu konser sonrasında herkes evine dağılmış ben ise gece yürüyüşü olarak China Town ve Hastings Street’e yönelmiştim.
Vancouver’da fuar sonrası geri kalan günlerimde bisikletle şehri gezmenin tadını çıkardım. Vancouver tam anlamıyla bir ‘park şehiri. Kentin yarısını parklar kaplıyordu. Ormandaki patikalarda, her yaştan insan ya koşuyor ya da bisiklete biniyordu. China Town, Stanley Park, Kitsilano Beach, Davie Street, Vancouver Art Gallery , Charleson Park, Lost Lagoon ve Dr Sun Yat-Sen Chinese Garden gibi yerlere ziyaretlerimi yapıp Vancouver’ı tavaf ettim.Bunun yanı sıra Heyt be! Fanzinleri Vancouver’da 2-3 fanzin ve çizgiroman dükkanına dağıtmayı da ihmal etmedim.
Bu şehirden ayrılırken içimi buruk bir hüzün kaplamadı değil fakat bir çok güzel anıyla Türkiye’ye dönmek ise işin olumlu ve motive edici yönüydü. Sıra ise gelecek maceralarda…
Deniz Beşer
https://www.instagram.com/deniz.beser/