Yayınevi Rüyası; büyük bir karmaşanın /ve aslında/ sıradanlığı gözler önünde olsa da sanki perdeler arkasında saklanıyormuş denilen tarafların, sade bir analizi konumunu taşıyor. Daha ilk cümleden bu fankiti esrarengiz kılmaya çalıştığımızı düşünmeyin. Esrarengiz olan şey; kitap yazma kapasitesine sahip bir kişinin, bu berrak olayları kendi zihninde bulanıklaştırmasıdır.
Olay çok basit. İnsanoğlu hissetti. Hislerini aktarmak istedi çünkü diğer insanlarla taşıdığı tek ortak dilin bu hisler olduğunun farkındaydı. Resimler çizdi, etrafındakilere farklı kültürleri tanıtabilir oldu. Müzik yaptı ve esrarengiz bir ortak paydaya değindi. Sonrasında ise, bütünü gören gözleri şunu fark etti: tüm dünyayı anlatacak vakit ve yol yok, sadece belirli konulara değinip, bu konular hakkında kullanılabilecek pratik kelimeleri diğerlerine tanıtmalıyım; bu sayede, daha kısa sürede, daha derin sohbetler gerçekleştirebilirim. Ve sonunda, edebiyat meydana geldi, gelişti, türedi, efsaneleşti…
Sayın okur, hepsi bu kadar: Birileri bir şeyler hissetti ve bu hisleri paylaşmak istedi. Pek tabii, sadece kendi ülkesinde 74 milyona yakın insan yaşayan birisi, herkese bu hislerini ulaştıramasa da, pek çoğuna ulaşmak istedi. Basım, dağıtım, tanıtım, öteki ve berisi; e-h! Bir sürü masraf var bu işte!
Bol masraflı olan bu duygu dağıtımı işini hafiften ticarete bürüyüp, yazar kişisinin yazdığını değil de, “piyasa”nın ne okumak istediğini tahmin ettiğini düşünenlerce oluşturulan “edebiyat tacirliği”, kısa zamanda yayıldı. Haydi, herkesi eleştirmeye başlayalım;
Yazar kişi pek kalmadı, iki kitap okuduktan sonra, dünyanın ve akabinde hayatın şifresini çözdüğünü iddia eden yazan kişiler türedi. Şimdi, “yazan kişi” ile “yazar kişi” kavramları ortaya çıkınca, yayınlanma süreci biraz riskli olmaya başladı. Kitabın kapağı, içini tutmamaya, başlıklarıyla öykü sonları ayrı oynamaya başladı. Okur kişi korktu, çok korktu çünkü bedelini ödediği şeyin kof çıkmasını istemiyordu.
Okur kişi, korktu korkmasına, sonra da birilerinin yorumlarına baktı. “Oha!” dedi, “herkes bu kitap hakkında konuşuyorsa kesin güzeldir!” ve parasını çöpe attı. Bilinci ne bir kültür kazandı ne de bir eleştirel yol. “Bum! Çat! Pat! Parçala beni!” kitaplarından hangi felsefi akımı beslemeyi hedef ettiler, bilemem. Fakat iyi satıyordu ve yayınevleri ellerini ovuşturmaya başlamıştı bile!
Ah, a-h, ah ve oh! Piyasa mantığı bu kadar basittir. Herkesin bildiği ve satılacağından emin olunan, belki de eser sahibinin 2000 yıl önce öldüğü eserleri basıp dağıtmaya devam eden yayınevleri, hiçbir zaman “yetenek avcısı” barındırmak istemedi. Gelirler ile giderleri kontrol altına aldılar, her şey güzeldi ve gerisi kimin umurundaydı ki? “Senin kitabın ne anlatıyor?”dan çok “Senin kitabın kaç satar?” mantığına bürünen zihinleri, edebiyatın zirvesi diye ansak bizleri üzmez miydi?
Ne yani, yazar kişi kötü biri miydi? Yoksa bütün suç, sende miydi, okur kişi? Yok artık, yayınevleri mi suçluydu? Hakikaten, suç neydi? Suçlu kimdi? Yoksa herkes saf, narin, temiz duygularla mı besledi birbirini?
Bu konuyu, daha anlaşılır hâliyle, elle tutulur verilerle incelemek istersen: İşte karşında, Yayınevi Rüyası!
Efe ELMASTAŞ analizi tamamlamış, Muhammet ALDEMİR redakte etmiş… Bana da buradan “keyifli okumalar” dilemek düşer 🙂