Önce yazı oluşur. Sonra yazı sese dönüşür. Enstrümanların, insanların sesine. Yazı şiirdir çokluk, sesi ise müzik. Dansın desteğiyle de opera ortaya çıkar. Her başlangıç bir libretto iledir. Düz yazıdan şiire, sanattan yaşama uzanan bu yol “mücbir” bir yoldur yaşamda.
“Mücbir” zamanlardan geçerken bizler, insanlık entrikasıyla örülmüş bir düzende edebiyat da acı çeker, sanat da. “Yüksel ki yerin bu yer değildir, / Dünyaya gelmek hüner değildir.” denir bu yüzden. Böyle selamlar bizleri Mücbir Fanzin.
Karanlığın aydınlığa dönüştüğü eşikte bizlere üretimin, canlılığın, tanık olmuşluğun güzelliğini anımsatır. Üstelik, okuyucular henüz eşikteyken yapılır bu.
Bizleri karşılayan ilk iş bir şiir. Ömer Cansız’ın “Yudum Yudum Panaroma” adlı şiiri. Çayın bitimini ölüm gibi düşünürsek, yudumlarımız günlerimiz oluyor ve günleri yudumlaya yudumlaya ölüme yaklaşıyoruz. “Zehirli çayların içildiği zamanlardan” geçiriyor bizi şair. Dura dura bir çay boyu yaşam sürüyoruz adeta. Hızlandıkça azalıyoruz bu yüzden. Bir duvara yazılmış bir yazının, sözü edilen şiirden sonra yer alması ne kadar da manidar!
Onur Saflı’nın “Yaşamın Külleri” dediği şey sayfanın başında dipdiri duruyor. Mücbir bir sebeple mi, kim bilir? Edebiyat, insan hayatı ile sanat ve toplum arasında bir dizi anlamlayan ilişki kurar. Bunlar diyalektik bir ilişkidir neticede. Bu ilişki kurulurken insandan uzaklaşmak olmaz. Yaşamın küllerinden de işte bu sebeple besleniyor edebiyat. Kendi özünden uzaklaşmamak için. “O zaman anlarız, ‘ben’ demenin tarifsiz gücünü.”
Mücbir Fanzin’in çizim-fotoğraf yönünü inşa eden Metin Akbaş ve Barış Köroğlu muazzam işler çıkarmış. Yaşamın ortasında duru bir görüntü sunan pencere ne denli ferahlatıyor insanı. Bir pencere yeter bana, diyor okur. Bir filin küçüklüğüne tanık oluyoruz sonra. Fotoğraflar ve çizimler de bir şiirdir. Mücbir edebiyatın bu çok yönlü işi tutkunun da edebiyata ihtiyacı olduğunu ne güzel ifade ediyor. İnsanın kendisini ve dış alemini daha iyi kavramasına ve algılamasına yol açan neredeyse temel bir ihtiyaçtır bu!
Ramazan Teker’in “Düş’tüm Kırıldım” adlı şiiri, harcanmış yılların pişmanlığını, uzaklığını bilip çaresiz kalmanın ifade biçimini sunuyor bizlere. Şair, “yüzümde harcanacak zamanın izleriyle” mısraı ile karşılıyor bizleri.
Aysu Altunay, “Beckett’in Çizmeleri” adlı yazısında Samuel Beckett’in “ayakkabılıkta çürümeye terk edilmiş çizmesi” olarak tanımladığı “Godot’u Beklerken” adlı oyunundan yola çıkarak Beckett’e dair bir perspektif sunuyor bizlere. “Korkunç olanın düşünmüş olmak” olduğunu bilen okurlar için iyi bir seyir bu.
Faruk Bolkan’ın “Elmalanmış Diş” şiiri ise henüz adından sizi kendi çekim alanına sürüklüyor. Şair, bize “kayıt dışı bellek” sunuyor adeta.
Öte yandan Nazelin Onay’ın “Dar ağacında sallanırdı gelecek / İntihar ederdi şimdiler” mısralarıyla başlayan isimsiz bir şiiri yer alıyor fanzinde. Şiir, okurun karşısına çıkmadan evvel kendine bir oda hazırlar. Böyle bir odayı bizlere açmak da yürek işidir.
Mücbir Fanzin’in çok yönlü duruşuna iyi bir örnek de argo sözlüğü adlı çalışmasıdır. “Her Gün Yeni Bir Argo!” sloganıyla sunulmuş bu içerik. Bu sayıda “kayarlamak”, “kartvizit bırakmak”, “ıspanak”, “ıspanakzâde” gibi argoları sunuyorlar bizlere.
Doktor Faustus’un, Eugène Ionesco tarafından yazılan “Gergedanlar” adlı oyun üzerine hazırladığı inceleme yazısı da dikkate değer nitelikte. Toplumun bir panaroması niteliğinde olan bu oyundan geriye neyin kaldığına tanık olmak eminim ki sizlere heyecan verecektir.
Son olarak, Gustave Dore’un “Sokak Akrobatları Ailesi: Yaralı Çocuk” adlı çizimine bakmadan evvel Ebru Kaya’nın “Cehennem Değirmeni-Kesitler I” adlı öyküsüne bakmadan geçmeyin.
Mücbir Fanzin için kendilerinin “This is the photo which everyone sees what they want to see” şeklinde sunulan bir görselden yola çıkarak şunları söyleyerek bitirmek istiyorum:
Her okur, nereden ve ne şekilde bakarsa onu görecektir metinde. Sizler yine de Mücbir bir sebebiniz yoksa bu fanzini okuyun.