Eylül ayında çıkan Moonchild’ın 3. sayısı bir antoloji oluşturma niyetiyle, duygu ve soyut düşünce temelli işler derleyen bir fanzin. Görseller açısından bakıldığında modernist işlerin ağırlık kazandığı bu fanzin sanki bir ay çocuğunun dünyaya baktığında gördükleri üzerine yazılmış parçalar gibi. Kadir Kemal Emir‘in IX isimli metnini sizler için yayınlıyoruz. Fanzinin PDFsi için aşağıdaki linke tıklamanız yeterli
IX
Göğün çocukları paravan olmuşlardı. Amorf ve alaycıydılar. Gece ise, üstüme beyaz beyaz çatlıyordu. Çatlaklar, salisenin belki üçte biri kadar bir süre parlayıp gözden kayboluyorlardı. Sonra, yani “çok sonra”; çatlama sesi ancak kulağıma ulaşıyordu. Bir zirvenin en miskin kayasında, yanağımı avucuma dayamış üstümdeki zorbaları izliyordum. Üzerime işiyorlardı, üzerime! Kaşlarımı çattım.. Tükürmek neyse, ama işemek? Ağız dolusu sövgümü yuttum ve sustum. Bu seferki çivi gibi bir reddedişti. Dilek aynıydı ama reddediliş her seferinde daha da keskinleşiyordu. Birine muhtaç olmaya görün!.. Ayağa kalktım, kıyafetimdeki tozun yağmurla buluşmamış kısmını silkeledim. Son kez başımı göğe bakmak için kaldırdım, en azından “bugünlük” son kez. Cama çarpan sinek gibi umutlu bir umutsuzluk içerisinde ayaklarım yolumu kavradı.
Yine.
Ve ansızın bir anı…
Bir sis. Rengi ve kokusu kanın küfü gibi, vermilyon bir gri. Ufuk çizgisi kaçırmış ipin ucunu, sanki dünya bir hektar. Tıknaz, taştan ve kerpiçten evler birbirleriyle güreşiyorlar. Her biri ölüm kalım maçı. “Bence kerpiç olan alır” diyor Meyus. Nereden seslendiğini görememiştim, ama haklıydı sanırım. Kerpiç olan iki katlıydı.. Ve tabi iki de balkonu var, resmen haksız rekabet. Ama hangi maça yetişecektim ki?.. Meyus çatılara bakmamı ister gibi bir şeyler mırıldanıyor. Üzerlerinden masmavi alevler yükseliyordu. Safir gibi. Buzu kuru, şerefsiz alevler! Geceye yükseldikçe sisi boyuyor. Ama sis de pek inatçı, renk tutmuyor. Alevler yükseldikçe boyaları akıyor, özlerine dönüyorlar. Ne kadar yükselirlerse sisi o kadar çok tutuşturuyorlar. Daha önce bir pili alıp çelik yüne değdirdiniz mi bilmiyorum ama sisin üstü; çelik yünü gibi yanıyor..
İnsanlar dikilirdi, o kök salıyordu.
Antik bir ruh ağacı.
Adak ister gibi bakıyordu.
Kıvrımlarında hayat çizgilerimi gördüm.
Dallarda yeniden doğuşumu, yapraklarıyla üstümü geceye örtüşümü, kabuklarıyla bileklerimi kesip son buluşumu gördüm. Periwinkle, kraliyet ve kobalt mavisi yaprakları dökülüp toprağımı okşadı. Beni büyüleyen şey var oluşuydu, benim şehrimde var oluşu…
Evet. Burası benim şehrimmiş. İnsanları katledilmiş, evleri kavgalı, gecesini küller süpürmüş bu yer, Benim şehrimmiş.
…
“Beni dinlemelisiniz, bu sefer gerçekten farklı!”
E tabi bunu kaç kere duyduğunu saymaya üşenmiş bir kurul vardı karşımda. Pek haksız sayılmazlardı. Benim döküntülerimi hep onlar toplardı..
Belgi:
“Her dağa çıkıp sadaka dilendiğinde yüzüne tükürmelerinin bir sebebi var, anlaman için illa bu şehrin yıkılması mı lazım?”
Meyus:
“Ne anlamı var ki? Bin kere aynı sebepten yıkılmadı mı sanki şehirlerin? Şimdi farklı olacağını nereden biliyorsun?”
Umu:
“Şimdiye kadar olmaması şimdi de olmayacağı anlamına gelmiyor, Meyus!”
Kurulun da bana ait olduğunu söylemiş miydim? Evet, formaliteden danışmıştım, her zamanki gibi. Bildiğimi okuyup acı çekmeye dair bir fetişim var sanırım.
“İstiyorum ki onun heykelini dikelim, tam şuraya..” kanadığını fark etmediğim parmağım ile haritada şehrin göbeğini gösteriyordum…
…
Kirpiklerini savurdu, kasırgalara emretti. Kalbinin atışlarına dayanamadı dünyam, dilekler dilediğim dağ; âşık olduğu gök kadar mavi lavlar püskürdü. Miskin kaya özgürlüğüne kavuştu, uçmayı nereden öğrenmişti acaba? Ben bunları düşünürken Ahenk nefes aldı ve havanın her zerresini zehretti. Adım dudaklarından döküldü, adımlarımı alıkoydu.
Evet, adını söylememişti ama ona “Fidan” dememde sakınca yoktur herhalde.
Pek bir şey yaşanmadı. Şehrim Roma değildi, ama o da yanıyordu.
Evleri yoluna ışık olsunlar diye yakmışım. Halıları çalıp birbirine dikmiş; kanlarla boyamışım.
“Fidan kırmızı halıda yürümeliydi, en iyilerine layıktı sonuçta!”
Külçe külçe mermerleri ellerimle taşımışım. Heykelini dikmişim şehrimin meydanına. Altına Umu ve Belgi’nin kanı ile anlaşılmaz müjdeler yazmışım.
Hep aynı, lanetli bir deliden ibarettim…
“Bu katliamın tek sebebi Belgi ve Umu!” diye suçladım“umu’suzca.”
Geç kalmak özümde vardı tabii. Geriye de bir tek Meyus kalmıştı. Meyus, ne olursa olsun kurtulurdu; tam bir hayatta kalma uzmanıydı. Ne zaman bir şehir kursam yeni Belgi’ler ve yeni Umu’lar seçerdim. Meyus hariç, onunki mevki değildi. Ölümsüz asalağın teki olabilir ama kardeşim gibidir! Ne onunla ne onsuz.
Alevlerin rengi hep değişti, aktıkları zeminin rengi de tabii. Yaptığım ve yıktığım heykeller hep değişti, ama döngünün kendisi hiç değişmedi.
Yeni bir şehir gerek. Üç buçuk milyar civarı arazi var sonuçta, yenisini bulabilirim. Şehrin yenisini kurabilirdim. Meyus yine kendi koltuğuna geçer ve yeni kurul üyeleri seçmeme yardım ederdi.. Son şehrimi hiç unutmadım, tabi meçhul olmayan failini de.
Evrenler kadar geniş de olsa yol; kader sizinle husyesini geçmek için en olmayacak kişilerle karşılaştırır. En olmayacak yerlerde üstelik, mesela bir ilçe otobüsünde…
Tekrarına sağlık!