Evveliyat-1/ Tayfun Polat

tayfun polat komşu

Kayıp Stüdyo

Yine çulsuzuz. Ese ile otostop çekiyoruz stadın orada, Çevre Yolu’nun girişinde. Niye karşıya geçeceğiz hatırlamıyorum. Bizden az sonra üç kişilik bir grup gelip şansını denemeye başlıyor biraz ötemizde. Derken maç dağılıyor. Bütün stad üzerimize boşalıyor. Tam o anda bir araba duruyor bizimle onların arasında. Arabaya önce onlar ulaşıyor, akabinde biz. Toplamda beş kişi ediyoruz. Kısa bir tereddüt oluyor aramızda. Ben “Buyrun,” diyorum. Sevimli mi sevimli bir çocuk “Yaa, hepimiz Kadıköylü değil miyiz, sığarız,” diyor. Üçü arkaya sıkışıp bir kişilik yer arttırıyor. Ese öne geçiyor. Şoförün fikrini hiç sormadan ben de arkaya sığışıyorum.

Arabaya binince fark ediyorum, bu üçünü de tanıyorum Pasaj’dan. Akmar Pasajı’ndan. Aslında tanışmıyoruz ama simaen tanıyoruz birbirimizi. Yanımda oturan elbise giyip pasajda emzikle dolaşan bir tip. Adı Pearl Jam Barış. Bana hepimizin Kadıköylü olduğunu söyleyen de bu. Onun yanındaki Noel Baba Barış. Bir yılbaşı günü Pasaj’da herkese içki ve sigara dağıttığı için böyle çağırıyorlar. O sıralar Kadıköy’de Barış patlaması var. Pirinç Barış, Basçı Barış… İki Barış’ın yanında Punk Yunus oturuyor. Yunus hergelenin önde gidenidir. Dobradır, sağlamdır. Çok sevdim tanıdıkça. Bir süre geçtikten sonra Pearl Jam soruyor bana “Abi ne dinlersin sen?”. Bir sohbete başlamak için normal bir girizgâh değil. “Sonic Youth, Pearl Jam, Nirvana,” diye cevap veriyorum. “Hadi yaa, ben sizi dinazor sanmıştım,” diyor. Ese’yi işaret edip “Onun için geçerli olabilir söylediğin,” diyorum. Arkadaşlarına dönüp “Duydunuz mu, adam Sonic Youth dinliyormuş,” diyor. Bu heyecan anlaşılabilir. Sonic Youth’un Türkiye’de bir albümü çıkalı daha birkaç sene olmuş. Tabii biz her şeyi Pasaj’da çektirebiliyoruz kendimize, o ayrı. Sonra başlıyoruz yol boyunca müzik muhabbetine. Aralarda dönüp arkadaşlarına önemli bulduğu konuları aktarıyor. Sanırım diğerleri duymuyor konuştuklarımızı. Çünkü arabadan indikten sonra Ese ile konuşurken anlıyorum ki o da duymamış hiçbir şey. Neyse, böylece tanışmış oluyoruz Pearl Jam Barış’la. Artık karşılaştığımızda selamlaşmaya falan başlıyoruz.

Doksandört doksanbeş seneleri. Bilimum punk günü düzenlemeye başlamışım muhtelif mekânlarda. En büyük destekçim Rashit. Keçi Tolga afişleri yapıyor, Ufak Tolga ve Gökhan grupları ayarlıyor. Tampon, Pis Fabrika, Telaşa Mahal Yok, bulduğumuz bütün punk grupları çalıyor. Gitanes’da bir punk günü. Gitar amplisi patlıyor. Mekân sahibi gidip Tünel’den bir ampli kiralayıp geliyor. Leş ortamlar. Confusion is Sex isimli bir grup sahne alıyor. Confusion is Sex, Sonic Youth’un bir albümünün adı. Pearl Jam Barış gitarda, Punk Yunus davulda. Barış son şarkıda gitarı parçalıyor. Ya da gitarı parçaladığı için o son şarkı oluyor bilmiyorum. Yunus gözünü dikmiş bakıyor, millet gülüyor, ben bir şey anlamıyorum. Grup sahneden iniyor. Yunus Barış’ı kovalıyor. Yakalayamıyor. “Amına koduğumun çocuğu, sanki kendi gitarın,” diye küfredip duruyor arkasından. Meğer onun gitarıymış parçaladığı. Başka bir konser günü Space Garden diye bir mekânda olacağız. Mekâna bir gidiyoruz maliye mühürlemiş. Ellerimiz kollarımız tesisat dolu kalakalıyoruz. Tepebaşı TÜYAP’ta Disiplinler Arası Genç Sanatçılar etkinlikleri var. Biraz Rashit, biraz Kadıköy tayfası, toparlanıp oraya gidiyoruz. Sergi geziyoruz, performans izliyoruz. Sonra etkinlik sorumlusunu buluyoruz. Diyoruz ki “Burada bir sürü müzisyen var. Yapalım mı size bir performans?” Hatun olur diyor. Çok cüretkârım. Gökhan’ın nereden ödünç aldığını bilmediğim trampetinin üzerine bilimum bozuk para atarak performansa katılıyorum. Ne çaldığımız belli değil. Ama kendi içinde tutarlı bulduğumuz bir doğaçlama performans sergiliyoruz. Sergiyi gezen on onbeş kişiye ek olarak bir o kadar da Kadıköy tayfasından dinleyicimiz var. Bitince Pearl Jam Barış geliyor yanıma ve diyor ki “Kendimi bir Sonic Youth konserinde gibi hissettim”. Sonic Youth’u hiç canlı izlemiş mi bilmiyorum ama bu hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan biri oluyor. Bir başka konser. Sultanahmet Meydanı’ndayız. Memleketin ilk meydan punk konseri. Rashit sahne alıyor. Etraf sivil polis dolu. Çünkü Aya Sofya’da gösteri yapmak isteyen bir dans grubuyla karıştırılmış durumdayız. Çocuklardan bazı şarkıları özellikle çalmamalarını istiyorum. Repertuvarlarının mülayim kısmı bitiyor. Sahneden inmeleri lazım. Ama ilk defa bu kadar kalabalık bir dinleyiciye çalıyorlar. Ufak Tolga gaza geliyor. “Serbest Kalmış Anarşi’”nin ilk mezurunu giriyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Gökhan’la göz göze geliyoruz. Omuz silkip ikinci mezurda o da giriyor. Hemen arkamda telsiz anonsları duymaya başlıyorum. Çünkü nakarat “Kahrolsun tüm faşistler!” Sonra olay kopuyor. “Ankara Oyunu” dahil bütün lezzetli şarkılarını çalıp apar topar kaçıyorlar. Polisler beni bulup “Sen miydin bu konserin sorumlusu,” diye söze başlıyorlar. Bu arada Pearl Jam Barış etrafına topladığı kalabalığa bir freestyle şovu çekiyor. Çok komik. Ama bizim içinde bulunduğumuz durum komik değil. Bin türlü yalan söylüyorum. ZeN sahne alıyor. Bakalım bunlar ne söyleyecek diyen polisler beni rahat bırakıyor bir süre.

Cadde’deki Vakıfbank’ın önündeki bankta Erkan ve Rıfat’la oturmuşuz. Bir ritüel yaşanıyor. Önce Rıfat hayvanının aldığı yarım kilo çekirdek bitirilecek, sonra ikişer kiloya ulaşmış ve hararetle sızlayan dudaklar, sahile inilmek suretiyle Resesif Tepesi’nde birayla normale döndürülecek. Bu Resesif Tepesi olayına da açıklık getireyim. Dünyanın hiçbir yerinde rakımın sıfır olduğu yere tepe denmez. Fakat kendine Resesif adını seçmiş bu üç salaktan oluşan ne idüğü belirsiz ve aşırı beceriksiz rock grubu, Erenköy sahilinde bir zamanlar yer alan bir çıpa panosunun yer aldığı mahali, isimleri çekinik olduğu için ve bütün yeteneksizliklerine rağmen cüretkârca müzik yaptıkları için ironik bir biçimde Resesif Tepesi olarak adlandırıyorlar. Her neyse, pürtelaş çekirdeği bitirmeye çalışırken uzaktan Pearl Jam Barış gözüküyor kaykayıyla. Selamlaşma muhabbeti bittikten sonra konu Pearl Jam’e geliyor. Çünkü adamlar o hafta sonu İstanbul’da konser verecekler. Barış acayip heyecanlı. Süper konser olacağını konuşuyoruz.

Konserden iki gün önce. Barış atlıyor. Öylesine. Odasında oturmuş Alice in Chains dinliyor. “Down in a Hole” çalıyor. “Bir boşluğun dibindeyim, boşluğun dibinde ruhunu kaybetmiş, uçmak istiyorum, ama kanatlarım yok sayılıyor…”. Atlıyor Barış. Kanatlarına gülümseyip gökyüzünde, inkâr ediyor inanmayanları, atlıyor onüçüncü kattan. Hayatının stagedive’ını yapıyor.

–*–

Her zamanki gibi Hasır’da oturuyoruz. Bilge, Küpe, Rıfat, Erkan, Nilüfer, Ufak Tolga, Gökhan, Adem. Ese geliyor. “Hani dağda kurt öldü,” diye iğrenç bir espri yapıyor. Bilge üzerindeki Kurt Cobain tşörtüyle kalkıyor masadan. Kafasına sıktı adam. Ne yapabiliriz ki? Ese’ye ters bir bakış atabiliyorum sadece. Bilge niye Kurt Cobain tşörtü giyiyor hiç bilmem. Ama Kurt benim arkadaşım. Aynen Bilge’nin tşörtündeki ifadesinde olduğu gibi acı çektiği için. Bu çocuklara kayıp kuşak diyorlar. Elizabeth Wurthzel’in Prozac Toplumu’ndaki kayıp kuşak ise biziz. Aramızda beş on yaş var belki. Ama kuşağın kayboluşunun bize intikali biraz geç olmuş. Depresyon önce benim yaşıtlarımı vurdu. En azından bana öyle geliyor. Depresyonum baki çünkü. Bir Kurt Cobain’in o fotoğrafına, bir de Ian Curtis’in o fotoğrafına bakamıyorum. Ağızlarında yukarı doğru –ilginçtir yapay değil- kıvrım, gözlerinde derin, dipsiz acı. Kendimi görüyorum orada. Elimde cebimden hiç eksik etmediğim falçata.

–*–

Küpe durmadan burnunu kaşıyor. Gözleri kıprırmızı ve sürekli terliyor. “Ne aldın?” diye soruyorum. “Bir şey almadım,” diyor. “Ne aldın?” diye sesimi yükseltiyorum. “H,” diyor.

Rıfat’ın Banu adında bir sevgilisi oluyor. İlişki kısa sürüyor. Rıfat çok popüler Pasaj’da. Başka sevgili buluyor. Ben de artık bir sevgilim olsun istiyorum. Pasaj’da bir kızla kesişip duruyorum. Serkan Villa’da fal bakıp para kazanıyor o sıra. Planı yapıyoruz. Serkan bunların masaya da gidecek. Yanında ben de olacağım. Kız da gözünü benden ayırmadığı için tahminlerimize göre fal baktırmayı kabul edecek. Olaylar böylece gelişecek. Eylemin gerçekleşeceği gün Erkan yanıma geliyor. “Abi,” diyor. “Ben bi kızdan hoşlanıyorum”. “Eee, süper. Kimmiş. Tanıyo muyuz?”. Villa’dayız. Birazdan Serkan’la fal olayına girişeceğiz. Erkan benim kızı gösteriyor. Sanırım hiç bozuntuya vermiyorum. Ya da Erkan gerçekten âşık olmuş. Hiçbir şey anlamıyor. Serkan olaydan habersiz yanımıza geliyor. “Hadi kanım,” diyor. “Operasyon iptal,” diyorum.

Eğlence olsun diye Rıfat’a sünnet töreni düzenliyoruz. Kafamız dağılsın. Değişiklik olsun. Küpe de eğlensin. Bir tek Rıfat’ın haberi yok. O siyah t-shirt’ten başka bir şey giymeyen çocuklar ceket, gömlek, kravat geliyorlar o gün Kadıköy’e. Küpe diyor ki “Benim hiç kravatım yok”. “Saçmalama olum,” diyorum, “Lise üniforman da mı yok?”. “Abi ben akşam lisesine gidiyorum,” diyor. Babamın üniformasının kravatını getiriyorum, çünkü herif illa siyah kravat istiyor ve başka siyah kravatım yok. “Bak,” diyorum parmağımı kaldırıp, “Bu kravata bişey olursa seni sikerim”. Pasajın önünde toplanıyoruz. Rıfat her zamanki batik tşörtlerinden birini giymiş. Herkes ağızbirliğiyle “Olm, senin haberin yok mu? Bugün böyle giyinip hep beraber Avam Kamarası’na gideceğiz,” diyor. Salağa yatıp birbirimizi suçluyoruz Rıfat’ın haberi olmamasından. Hiçbir şey anlamıyor. Tam takım Avam Kamarası’na yollanıyoruz. Gemiye Küpe ve Tansu’yu almıyorlar. Daha önce orada vukuat çıkardıkları için. Serkan’la beraber işletmeciyle konuşacağımızı, bir yere ayrılmamalarını söylüyorum. Güvertede bekleşiyorlar. Bunun özel bir gün olduğunu, hiç bir olay çıkmayacağını yarım saat anlattıktan sonra işletmeci hâlâ Nuh diyor peygamber demiyor. Güverteye çıkıyorum. Hepsi aynı anda ayağa kalkıyor. İşaret parmağımı havaya kaldırıp gittiğimizi belirten bir işaret çakıyorum. Sorgu sual yok. Hepsi takip ediyor. Kendimi Malcolm X gibi hissediyorum. Zannediyorum ki benim sözümü dinlerler. Zannediyorum ki, Küpe ve Tansu giremediği için hiçbirimizin girmediğini Küpe de anlar. Birlikte olduğumuzu hepimiz fark ederiz.

Pelin adında bir kız hasıl okuyor çevremizde. Çok şirin bir şey. Tam hoşlandığımı farkedip kıza açılmaya karar veriyorum Küpe “Abi ben Pelin’den hoşlanıyorum,” diye konuya giriyor. Abiyim ben. “Ee, git konuş olum,” diyorum. Kız arkadaşından ayrıldıktan sonra toparlayamadı bir türlü. Eroini bile denedi. “Denedim sadece,” dedi. “Bir daha kullanmayacağım,” dedi. Başka bir kız iyi gelebilir.

Önüme bir çay daha koyuyor servis elemanı. Ters ters bakıyorum. Tek derdimiz bütün gün Hasır’da bekleşmek, herkes toplanınca paraları birleştirmek, sonra içki alıp dalgakırana gitmek ve içmek. Ama Hasır’da oturduğun sürece çay içmek zorundasın. Küpe geliyor. Sürekli kaşınıyor. “Naapıyorsun olm,” diyorum. “Abi damardan almıyorum ki,” diyor. “Burnuma çekiyorum. İstediğim zaman bırakırım”. İnanıyorum. “Yine de,” diyorum, “Bil ki biz buradayız. Ve bir daha çaktığını duyarsam seni döveceğim”. Birkaç gün sonra Küpe’yi dövüyorum. Karşı koymuyor. Bütün çocuklara diyorum ki “Bu adam bizi satıyor. İsteyen vursun”. Hepimiz vuruyoruz. Güle eğlene adamı dövüyoruz. O da gülüyor. “Tamam lan,” diyor. “Tamam, kullanmayacağım bir daha”.

Kısa bir süre sonra Küpe artık bizi satmıyor. Hepimizden ödünç aldığı, bizim de meşgale olsun diye çekinmeden verdiğimiz her şeyi satıyor.

Pelin’in bir kafenin tuvaletinde komaya girdiğini duyuyoruz.

Banu McDonald’s’ın tuvaletinde ölü bulunuyor.

Noel Baba Barış’ın altın vuruş yaptığını duyuyoruz.

Küpe ortadan kayboluyor.

Yorum bırakın